97 yıl önce 24 Temmuz 1924’de imzaladığımız Lozan Antlaşması, dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı üzerine kurulan Türkiye Devleti’nin bağımsızlığının ve egemenliğinin uluslararası toplumda resmen tanınması anlamında büyük önem taşır.
Lozan‘da kazandıklarımız ve kayıplarımız, antlaşmayı imzalayan birinci ve ikinci Meclis’teki görüşmelerden başlayarak 97 yıldır tartışılıyor. Özellikle Misak-ı Milli’de hudutlarımız içerisinde olduğu ilan edilen, Türkiye’nin güvenliği açısından “vazgeçilmez” olduğunda ittifak edilen Musul’dan vazgeçilmiş olması, Yunanistan’dan tazminat alınamaması, Ege adaları konusu çok eleştirildi. Bugün konuyu bütün yönleriyle ele alıp bir bilanço çıkarıldığında, eleştirilerde büyük doğruluk payı olmakla beraber, o dönemde içinde bulunduğumuz iç ve dış şartlar, askeri, siyasi ve ekonomik-maddi imkanlar açısından bakıldığında, Antlaşma tarihi bir başarıdır.
Lozan’da başını İngiltere’nin çektiği bir husumet cephesine karşı altı aya yakın bir süre sıradan bir müzakere değil, diplomatik bir savaş yaptık. İngiltere baş delegesi ve Dışişleri Bakanı Lord Curzon şöyle diyordu: “Siz Kurtuluş Savaşı’nda bizi değil Yunanistan’ı yendiniz, Birinci Cihan Savaşı’nın galibi biziz.”
Türkiye’yi İngiltere’nin 19’ncu yüzyıl politikasına damgasını vuran Gladston’nun zihniyetiyle örtüşür tarzda Batı medeniyetiyle ve temsil ettiği değerlerle bağdaşmayan, sorunları olan, Hıristiyanları ezen bir ülke olarak görüyor, onu ezmeye memur ettikleri Yunanistan’ın uğradığı hezimeti içine sindiremiyor, Mudanya’da razı olmak zorunda kaldıklarından daha fazlasını kesinlikle vermek istemiyordu. Lozan‘da heyetimizin karşısında Curzon’un olması bizim açımızdan büyük şanssızlıktı. Çünkü diplomasinin bütün inceliklerini bilen, başarıyla uygulayan, Hindistan Genel Valiliği yapmış, çok deneyimli, İngiltere‘nin geleneksel emperyalist politikasına vakıf, misyonunun bunları korumak olduğuna inanan bir politikacıydı.
Konferansa katılan ülkeler üç gruptu. İngiltere, Fransa, İtalya ile Japonya (Cihan Savaşının galibi İtilaf Devletleri) “davetçi ülke” konumundaydı. Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, ABD ve Romanya “davet edilenler” di. Sovyetler Birliği sadece Boğazlar konusu görüşülürken bulunacaktı.
20 Kasım’da başlayan konferansta Hükümet ve Meclis Türkiye’yi Dışişleri Vekili İsmet Paşa’nın temsil etmesini, yardımcılıklarını Dr. Rıza Nur ile Hasan Saka’nın yapmasını kararlaştırdı. Ayrıca konularında uzman 60 kadar müşavir gidecek heyete dahil edildi. Kendilerine neleri savunacaklarını belirten 14 maddelik bir “Talimatname“ verildi. Görüşmelerin akışına göre her an Ankara ile telgraf aracılığıyla bağlantı kurulacaktı.
Ancak telgraftan başka irtibat aracının olmayışı çok büyük sorun oluşturdu. Lozan ile arada, biri Akdeniz üzerinden İngiliz şirketinin işlettiği, diğeri Köstence üzerinden Fransızlara ait iki hat vardı; her ikisi de İngiliz istihbaratının kontrolündeydi. Şifreleri kırmışlar, yapılan görüşmeleri anı anına heyetlerine iletiyorlardı. Dolayısıyla Lord Curzon, her oturuma gelirken İsmet Paşa’nın ne söyleyeceğini bildiğinden hazırlanmış olarak geliyordu.
Diğer bir sorunumuz İsmet Paşa’nın da yardımcılarının da meslekten yetişen diplomat olmayışlarıydı. Haklarımızı savunmak için beş ay boyunca cansiperane çaba gösterdiler. Çok uykusuz kaldılar ve yoruldular. Ancak İsmet Paşa’nın hatıralarında belirttiği gibi “amatör” idiler; bu yüzden özellikle konferansın ilk bölümünde çok acemilikler yapıldı. Lord Curzon inisiyatifi tamamen elinde tuttu.
Konferans bize verilen 13 Kasım tarihinden bir hafta sonra başladı. Çünkü Curzon Fransa ve İtalya Dışişleri Bakanlarıyla o tarihte Paris’te buluşarak Lozan’da Türkiye’ye karşı birlikte hareket etmeleri hususunda mutabakat sağlamıştı. 20 Kasım’ da görüşmelere üç Komisyon oluşturularak başlandı:
1) Ülke ve Askerlik Komisyonu
2)Yabancılara Uygulanacak Rejim Komisyonu
3)İktisat ve Maliye Komisyonu
Komisyon başkanlıklarını bizim talebimizi reddederek aralarında paylaşmışlardı. En önemli konuların konuşulacağı birinci Komisyonun başkanı Lord Curzon’du. Gündemi, Dünya ve İngiliz kamuoyuna nasıl bir mesaj vereceğini planlayarak dilediği gibi belirleyip yönetti. Mesela ilk günkü konu Ermeni ve azınlıklar meselesiydi.
İsmet Paşa’nın ve yardımcılarının, Curzon’un bu tarz manevralarını önleyecek diplomatik deneyimi yoktu. Baş delegemiz yabacı dil bilmediğinden konuşmaları sekreter aracılığıyla izliyor, anında cevap veremiyor, diyeceğini ertesi gün yazılı olarak okutuyordu. Bu psikolojik sorun hem kendisini yoruyor hem de inisiyatif kullanmasını engelliyordu.
İsmet Paşa, Curzon’a en önemli anlaşmazlık konusu olan Musul meselesini Komisyon’da kamuya açık olarak değil, aralarında ikili görüşmelerini teklif etti ve derhal kabul gördü. Bu aslında görüşmelerin tıkanmaması amacıyla yapılan iyi niyetli bir girişimdi ama çok yanlıştı. Çünkü konu basın ve kamuoyuna açık konuşulsaydı, İngiliz yönetiminin barışı engelleyen emperyalist siyasetini, petrol konusundaki aç gözlülüğünü, insani değerlere saygısızlığını anlatıp kamuoyu baskısı kurmak mümkün olacaktı. Oysa o sırada İngiltere‘de halk savaştan, can kayıplarından bıkmıştı, barışın bir an öce yapılmasını istiyordu. Hatta mandaterliğe tepki nedeniyle bütçeye Irak’taki askeri masraflarla ilgili tahsisat konulmamıştı; harcamalar dominyonlardan karşılanıyordu. Curzon kendi kamuoyunun eğiliminden endişeliydi; basını özet bilgilerle yönlendirerek Türkiye’yi aşırı talepleriyle görüşmeleri uzatan taraf olarak sunuyordu. Musul meselesi Komisyon’da geniş şekilde tartışılsaydı, Curzon’u ve politikasını dünya ve İngiliz kamuoyuna anlatıp teşhir etmek mümkün olacağından daha adil bir çözümün önü açılabilirdi.
İsmet Paşa kapitülasyonlar, Düyun-u Umumiye, yabancı şirketler ve azınlıklar konularında Mustafa Kemal ve Hükümet’in talimatlarını eksiksiz yerine getirdi. Egemenlik ve bağımsızlıkla ilgili konuları ödün vermeden savundu. Özellikle adli ve idari kapitülasyonlar konularında çok sert tartışmalar oldu. Ama İsmet Paşa geri adım atmadığından belki de Lozan Antlaşması’ndaki en önemli kazanımımız olan Türkiye Devleti’nin “Bağımsız ve milli egemenliğe” sahip kimliğiyle uluslararası alanda tescili yapılmış oldu.
Konferans bu konularda çözüm bulunamadığından 4 Şubat’ta kesintiye uğradı. Aslında bu konulardaki sorunun esas tarafı Fransa idi. Curzon iki temel meselesinde Boğazların statüsü ve Musul konusunda istediği sonucu almıştı. Türkiye Boğazlarda tahkimat yapmamayı ve geçişin serbest olmasını, Musul’un Lozan gündeminden çıkarılarak iki ülke arasında görüşülerek ve gerekirse Milletler Cemiyeti aracılığıyla çözümüne razı olmuştu. Yani Musul’un kapıları İngiltere’ye açılmıştı. 23 Nisan’da görüşmeler tekrar başlarken Lord Curzon Lozan’a gelmeye gerek görmedi; İngiltere’nin İstanbul’daki Başkomiseri Sir Horace Rumbold Baş Delege sıfatıyla ülkesini temsil etti.
Görüşmelerin bu bölümünde tansiyon fazla yükselmedi. Türkiye antlaşmanın yapılması için bazı ödünler daha verdi. Anadolu’nun batısını kaçarken yakan, yıkan, enkaza çeviren Yunanistan’dan istediğimiz tazminattan Karaağaç istasyonu karşılığında vaz geçtik. İngilizler gerektiğinde koz olarak kullanmak için Mudanya’dan beri inatla burayı vermemekte direniyorlardı. Ege adaları konusunda da İngiltere ve Fransa Yunanistan’ın yanında yer aldılar; savaşta yendiğimiz bu ülkeye adaların tamamına yakınını vererek ödüllendirdiler.
İngiltere bize en büyük darbeyi Musul ve Irak hududunun çizilmesi konularında vurdu. Daha görüşmeler sürerken Irak-Türkiye sınır hattında mevzii saldırılar yaparak bu hattı kuzeye doğru adeta iteledi. Protestolarımıza aldırmadan kendilerine göre dağların tepelerinden geçen, Türkiye’ye o günden bu güne sürekli güvenlik sorunu yaratan, haklı hiç bir gerekçesi olmayan bir sınır hattı oluşturdular. Barış antlaşmasının bir an önce yapılmasını istediğimizden sınır hattında ısrarlı olmadık. Musul’u ise lehimize sonuçlanmayacağını bildiğimiz bir mecraya öteledik.
Savaş çıkmasını istememekle doğrusunu yaptık. Mustafa Kemal çok zor şartlarla kazanılmış olan Büyük Zafer’in kazanımlarına zarar verebilecek girişimlerden kaçınırken korkak değil ihtiyatlıydı. Bir savaş çıkması durumunda yanımızda kimsenin bulunmayacağını, ülkenin imkan ve kaynaklarının çok sınırlı olduğunu, yeni bir askeri harekatın sadece Güney sınırında değil, Trakya ve Boğazlarda da çatışmalara yol açacağını görecek derecede gerçekçiydi. Bütün bunlara rağmen özellikle bu iki konuda farklı bir sonuç alınamaz mıydı? İngiltere ile daha başarılı bir görüşme ve pazarlık trafiği düzenlenemez miydi? Onların iç şartları, toplumsal psikolojileri, askeri ve iktisadi durumları o dönemde savaşı göze alacak seviyede miydi ? Curzon Lozan‘da Dışişleri Müsteşarını iki defa İsmet Paşa’ya göndererek pazarlık kapısı aramadı mı? Tamamını alamayacağımızı daha erken fark edip Kerkük, Zaho, Ravandez gibi bölgeleri içeren bir paylaşım teklifi yapılamaz mıydı? Kuvay-ı Milliye adına İngilizlere karşı direniş hareketi düzenlemek maksadıyla Mustafa Kemal’in henüz Ankara’ya gelmeden Musul bölgesine gönderdiği Özdemir Bey’in (asıl adı Ali Şefik) Ravandiz’i (Kerkük’ün ilçesi) karargah yaparak, Şeyh Mahmut aşireti milisleri ve Türkmenlerle 1923 yılının ilk aylarına kadar İngilizlere karşı sürdürdüğü mücadele neden devam etmedi? Bütün bu soruların cevabı ayrı bir yazı konusu.
Lozan Antlaşması TBMM’de görüşülerek 23 Ağustos’ta onaylandı. Tamamını Halk Fırkası’ndan seçilen mebusların oluşturduğu bu Meclis’te de sert eleştiriler oldu. Oylamada aralarında Yahya Kemal (Lozan‘da müşavirler arasındaydı ), Kılıç Ali ve Mustafa Necati’nin de olduğu yirmiye yakın isim aleyhte oy vermişti.
Lozan Antlaşması’nın aleyhimizdeki boşluklarının başında gelen Boğazlar’ın askeri tahkimi sorunu 1936’da Montreux Antlaşması’yla çözüldü. Hatay meselesi ve ödemeler sorunu da Atatürk’ün çabalarıyla lehimize halledildi ama Irak sınır hattındaki güvenlik sorunumuzu yıllardır süren çabalarımıza ve yapılan operasyonlara rağmen hala çözemedik; İngilizlerin yüz yıl öce kurduğu tuzaktan kurtulamadık. Türkmen kardeşlerimizin yüz yıllık çilesi giderek daha da derinleşerek devam ediyor.