Antalya Müzesi çok önemli bir özelliği olan müzedir. Denilebilir ki yeryüzünde aynı özelliği taşıyan başka bir müze (benim bildiğim kadarıyla) yok. Antalya Müzesini özel ve değerli kılan kuruluş amacıdır.
Şöyle ki: Birinci dünya savaşının sonunda Osmanlı İmparatorluğu yenik sayılmış. Yenen devletler topluluğunca (başat olarak İngiltere ve Fransa), yenik sayılan diğer ülkelere dayatılmayan, ağır koşullarda Osmanlı İmparatorluğuna anlaşma imzalattırdılar. Söz konusu anlaşmanın bazı maddelerini ileri sürerek (diplomatik hile ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kasıtlı kargaşa çıkararak) Anadolu’yu çeşitli bölgelerinden işgal etmeye başlamışlardı. Zaten İmparatorluk topraklarının Anadolu dışındaki diğer bölgelerinin hemen her yerinde yerli halklar kışkırtılarak bağımsızlıklarını ilan etmeleri sağlanmış ve imparatorlukla ilişkilerini kesmişlerdi. Kadim Türk yurtlarından biri olan Anadolu’nun tamamının işgal edilmesinin önlenmesi, aynı zamanda düşmanlar tarafından işgal edilmiş yerlerin kurtarılması için kurtuluş savaşına yönelik hazırlıklara başlanmıştı. Bu hazırlık sürerken aynı zamanda barbar işgal güçlerine karşı çete savaşları da başlatılmıştı…
İşte böylesine karmaşa içinde olduğumuz bir dönemde Süleyman Fikri Ertem öncülüğünde Antalya İlimizde ivedilikle bir müze kurulması için yoğun bir çaba içine girilmiştir. Ülke işgal edilmekte ve bunu önleme çalışmalarına, bir çeşit varoluş mücadelesine girildiği bir zamanda müze kurma çalışması da neyin nesi? Denilmesin. Bu, müze kurmak için zamana karşı yoğun çabanın sebebi; Antalya ve yöresinin düşman tarafından işgale uğraması halinde, tarihi eser ve değerlerimizin korunması içindir. Yani batılı barbarların yağmalayıp – çalmalarını önlemeye yönelik önemli bir çabadır. Bu endişe kesinlikle haklıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında ülkemizin pek çok önemli tarihi eserlerini, arkeolojik kazı bahanesiyle, çeşitli hilelerle hatta çalarak çeşitli ülkelere götürülmüştür. Antalya müzesinin kurulma çalışmalarının yapıldığı 1922 yılında da bunlar biliniyordu. Adeta yağmalanan söz konusu tarihi eser ve değerlerimizden önemli bir kısmının batılıların müzelerinde olduğu biliniyor. Çalınan ve yağmalanan tarihi değerlerimizi geri alabilmek için çabalar halen sürmektedir. Bu uğraş hem maddi hem de manevi (sabır ve inatla) çalışmayı gerektirmektedir. Uzun süren çabalar sonunda bazı tarihi değerlerimiz geri alınmıştır, geri alınan eserlerden Antalya Müzesinde de var. Bu çabalar, uluslararası hukuk kapsamında halen sürdürülmektedir. Batılı barbarlar sadece bizim ülkemizden çalmadılar; Mısır, Sümer (Irak), Maya – Astek gibi çok eski tarihlere dayanan nice ulusların kültürlerine ait sanat eserlerini, kültürel değerlerini ve de çok önemli bilgi ve inançlarını yağmalayıp çaldılar. Bu hırsızlıkları yaparken çaldıkları değerlerin sahibi olan uygarlığın insanlarını da katletmekten geri durmadılar… Batılı barbarların asırlardır, hiç utanmadan arsızca bütün dünyayı yağmalamaya yönelik saldırıları göz önüne alındığında Antalya Müzesinin kuruluş amacının ne kadar önemli olduğu sanırım daha iyi anlaşılmıştır. Tarihi değerleri yağmalanmaktan korumaya yönelik çabaların günümüzde de devam etmesi elzemdir. Çünkü yağmalama ve yağma girişimleri halen sürmektedir…
Antalya Müzesi İlk olarak Kaleiçi’ndeki Alaaddin Cami’inde (1922), daha donra Yivli Minare Cami’inde faaliyet göstermiş (1937). Tarihi eserlerin çokluğu ve sürekli yeni buluntuların eklenmesi ile yer darlığı nedeniyle, ayrıca daha düzenli bir sergi ortamı oluşturmak üzere Konyaaltı Caddesinde yeni, kapalı ve açık sergi alanları oluşturulmuş ve müze 1972 yılında bugünkü yerine taşınmıştır.
Antalya Müzesinde sergilenen eserler arasında heykeller ve sikkeler öne çıkmaktadır. Özellikle Anadolu Selçuklu İmparatorluğu ve Beylikler dönemi sikkelerinin özel sergisini inceledim, doğrusu hayran kaldım. İnsanlık tarihi açısından önemli bir yere sahip olan Karain Mağarasındaki buluntular insanlığın bu yöredeki geçmişine ışık tutmaktadır. Müzedeki tarihi kalıntı ve buluntular içinde en ilgi çeken kısımlar, bence heykellerin sergilendiği bölümlerdir. Başka müzelerde buradaki kadar çok ve özgün heykel var mıdır bilmiyorum. Heykellerin çoğunluğu Perge kazılarında bulunmuş ve genelde i.s. 2. yy’a ait. Perge’den başka Antalya’nın diğer yörelerinden de heykeller var. Söz konusu (başka yörelerde bulunmuş) heykeller genelde daha eski çağlara (m.ö. 370 – m.ö.400 yılları gibi) tarihlenmiş. Bunlardan Elmalı buluntuları, hem daha eski oluşları hem de uygarlık özelliğinin farklılığından ötürü önemlidir. Antalya yöresinin çeşitli yerlerinde bulunup bu müzede sergilenen eserler genelde site (şehir) devletçiklerinin olduğu yerlerdeki kazılarda ele geçirilmişlerdir. Hatta günümüzde köy olan yerleşim yerlerinde (Yelten gibi) bulunanlar bile var. Yine de heykellerin çoğunluğunun bulunup getirildiği Perge’nin, bir heykel yapım atölyesi olduğu, söz konusu heykel yapım yerlerinin Roma İmparatorluğu zamanında kurulduğu bilinmektedir. Atölyede (Perge’de) bu kadar çok heykel bulunduğuna göre, İmparatorluğun başka bölgelerine, kentlerine çok daha fazlasının (sipariş üzerine yapılan heykellerin) gönderilmiş olduğu varsayılmalıdır. Müzedeki heykeller ile ilgili olarak dikkatimi çeken birkaç hususu belirtmek istiyorum. Heykellerde en çok HERMES betimlemesinin öne çıkmış olması, Roma İmparatorluğu yönetimi ve halkının, Hermes (İdris Peygamber olduğu kabul edilir) öğretilerinden haberdar olduklarını ve o bilgilere (Hermetik bilgiler) önem verdiklerini göstermektedir… Heykellerden birinde (bir erkek heykelinde) heykel, ayağının birini bir kaplumbağanın üzerine koymuş durumda yapılmış. Bu görüntü bana Orta Asya’daki kaplumbağa heykellerini hatırlattı. Dikkatimi çeken bir başka husus da şu: Roma İmparatorluğu zamanında yapılan lahitler üzerinde MEDUSA başı kabartmaları yapılmış. Bu durum çok ilginç, şöyle ki; lahit ölen kişinin bedeninin konduğu taş sanduka. Bu sandukanın üzerine Medusa başının işlenmesiyle, Medusa’nın ölen kişinin günahlarının affına yardım etmesi mi dilenmiş? Veya Medusa’ya duyulan saygıdan ötürü ölen kişinin ruhunu yüceltmek için mi Lahite kabartması yapılmıştır? Belki de tahmin edemediğimiz başkaca gerekçeler de olabilir. Ama sebep ne olursa olsun Romalıların Medusa’ya saygı duydukları ve onu kutsal saydıkları açıkça belli. Burada ilginç olan şey, Yunanlıların Medusa’dan çok korkmaları, onu şeytan hatta daha da kötü bir varlık olarak görmeleri, neden?..
Antalya Müzesini 8 Ağustos 2019 tarihinde ziyaret ettim. Gezim sonunda şunu söylemeliyim; imkânı olan herkes bu müzeyi gezip incelemeli, buna değer. Müzenin çok önemli kuruluş sebebinin yanı sıra tarihi kalıntılar bakımından oldukça zenginliği göz önüne alındığında, yabancıların yoğun ilgisi anlaşılmakta ama kendi insanlarımızın ilgisizliği pek anlaşılır gibi değil!.. Antalya Müzesinin böylesine seçkin olması elbette mükemmel olduğunu göstermiyor. Bazı eksik ve aksaklıklar var ama ben bu eksik ve aksak gördüklerimi eleştirmeyeceğim. Eksik ve aksaklıklar zaman içinde fark edilir ve giderilebilir. Ama bazı olumsuz hatta çok olumsuz uygulamaların ancak müze yönetimince yapılabilir olması eleştirilmeli. Ben burada eleştiri amaçlı iki konuyu ele alacağım; bunlardan birisini sadece Antalya müzesinde gördüğüm (başka müzelerimizde var mı bilmiyorum) bir uygulama. Eleştireceğim ikinci konu ise ne yazık ki bütün müzelerimizi, öyle sanıyorum ki diğer bazı ülkelerin müzelerini de ilgilendiriyor. Ve en çok da bizi ilgilendiriyor.
İşte eleştirilmesi gereken ilk konu: Antalya müzesini gezenler bilir, özellikle heykellerin sergilendiği kısımlar özel bölüm ve koridorlar halinde düzenlenmiş. Bazı kısımlarda özel bölümler oluşturulup gurup halinde bazı heykeller sergilenmektedir. Her bölüm büyüklük olarak ve şekil olarak farklı düzenlenmiş. Mesela yaklaşık iki bin yıl öncenin sığır yetiştiren çiftçilerinden bazılarının, kurbanlık sığırlarını, yularları ellerinde olduğu halde pazara çıkarışları kabartma şeklimde yapılmış. Kurbanlıklar ve sahiplerinin kabartmaları yarım ay şeklinde bir bölüme yerleştirilmiş ve diğerlerine göre daha küçük… Büstlerin sergilendiği bölmeler biraz daha büyük. Ama büyük heykellerin sergilendiği bölmeler daha da büyük (geniş) düzenlenmiş. Bunları ayrıntılı yazıyorum çünkü o büyük bölümlerden birine ivedilikle gitmem gerekti! Sözünü ettiğim bölmenin iki tarafı kapalı – duvar, diğer iki tarafı geçiş koridoruna açık. Kapalı-duvar olan kısımların önlerine heykeller sıralanmış durumda. O bölümden gelen müzik sesi ve gürültüler beni oraya çekti. Bölmenin kapalı – duvar kısımlarının hemen önünde büyük heykeller (6-7 kadar) gerçekten sanat eseri (bunu anlamak-hissetmek için sanatçı olmak gerekmediğini bakanlar anlar). Heykellerin hemen önünde 4-5 kadın (sanatçı sanırım) sıralanmışlar. Ellerinde birer çalgı, ortalığı velveleye veriyorlar!.. Anladığım kadarıyla batılıların hareketli bir müziğini icra etmekteler. Çalgıcıların ön-ilerilerinde ise 15 kadar seyirci-dinleyici var, onlarda bölümün önüne sıralanarak orayı kapatmışlar. O heykellere yaklaşmak, yakından bakmak, incelemek, hele hele her heykelin önünde-yerdeki tanıtıcı küçük levhaları okumak mümkün değil. Seyirci gurup arada bir alkışlıyor ama yüzlerindeki ifade biraz alaycı! Seyircilerin (15 kişi kadarlar) hepsi de Avrupa tip ve renkte kişiler. Bir gürültü, bir şamata müzenin her tarafını kaplamış, bazen kahkaha ve alkış sesleri… İnanın müzenin içi çalgı-çengi mahallesi gibi. 1) Müze bir konser salonu veya eğlence yeri değildir. Böyle bir etkinlik yapılacaksa iki bin yıllık, bazıları daha da eski sanat eseri heykellerin önünde değil ayrı bir salonda yapılmalı. 2) Müzede yaklaşık 150 (benim tahminim) kişi vardı, o çalgıcıları seyreden 15 kadar kişinin dışındaki bütün ziyaretçiler çekik gözlüydü. O insanlar (çekik gözlü ziyaretçiler), sözünü ettiğim heykellerin yanına bile yaklaşamıyor, sinirli bir tavırla, koridor kısmında dahi zorlanarak oradan uzaklaşıyorlardı. 3) Ben başka bir müzede de müzikle karşılaştım. Şöyle: Edirne’deki II. Bayezid Müzesini (Külliyesini) gezdim. Bu müzenin tamamını anlatacak değilim. Avrupalıların ruhsal rahatsızlığı olan insanları; içine şeytan girmiş diye işkence ettikleri hatta diri diri yaktıkları bir çağda Osmanlı İmparatorluğunda o tür hastalar çeşitli ilaç, telkin, su ve müzikle tedavi edilmekteydiler. İşte müzikle tedavinin yapıldığı müzenin o kısmına (o çağda tedavinin yapıldığı odanın kendisi) vardığımda; ellerinde o zamanın çeşitli müzik aletleri olan, o zamanki kıyafetler içinde 8-10 kadar mumdan müzisyen heykeli vardı. Bu arada çok hoş bir ney sesi bölümün içini kaplıyordu. Önce bir kasetten veya CD den gelen ses zannettin. Seyrederken baktım ki elinde – dudağında ney olanın gözü kapanıp açılmıştı. Meğerse o genç diğerleri gibi heykel değilmiş, müzik öğrencisiymiş zaman zaman müzeye gelip o bölümde ney çalıyormuş. İnanın insanın ruhuna işleyen bir ney üfleyişi vardı. Edirne’deki o külliyenin müzikle tedavi bölümünde düzenlenen ortam içinde ney çalınması (hani denir ya), cuk diye yerine oturmuş ve ziyaretçiler tarafından beğeniliyor, o çağdaki ortamın hayal edilmesine yardımcı oluyor. Antalya Müzesindeki garabet gürültüyü nereye oturtacağız?.. 4) Eğer ziyaretçiler tarihi kalıntı olan sanat eserlerini incelerken bir taraftan da müzik dinlesinler (bence hiç uygun değil hele o kaba gürültüyle) isteniyorsa, bu durumda müzeyi ziyaret eden yaklaşık 15 Avrupalıya onların müziğinin dinletilmesi yerine, geriye kalan yaklaşık 150 Çinli ve Japon ziyaretçi için Çin ve Japon müziği çalınması gerekmez mi?.. Müze ziyaretçilerine mutlaka müzik de dinletilmesi gerekiyorsa neden Dede Efendiden, o rahatlatıcı, ruha hitap eden, dingin sanat müziği dinletilmez?.. 5) Avrupalılar kendi müziklerini kendi ülkelerinde en iyi sanatçılarından zaten dinliyorlar, Türkiye’ye kendi müziklerini dinlemek için gelmiyorlar. Şöyle düşünün; Kahire Müzesine gittiniz. Ünlü Kadeş Savaşını ve anlaşmasını yapan iki devletten birinin başkanı olan II. Ramses’in mumyasına yaklaşıp görmek istiyorsunuz. Ama yaklaşamıyorsunuz. Mumyanın önünde, 4-5 Mısırlı ellerinde çalgılar Türkçe “tiridine bandım…” türküsünü çalıyorlar! Bir Türk orada ne yapar? Mesela ben; şaşırırım, gülerim, gırgırına alkışlarım… Antalya Müzesindeki o Avrupalılar da aynen bunu yapıyorlardı. Günümüz batı müziğinin geçmişi zaten 200-300 yıllık. Dahası başat Avrupa devletlerinin geçmişi bile, en eskisi 1000 (bin) yıllık, dilleri de öyle! Müzede gürültülü olarak (sanırım yankıdan dolayın, inanın çok gürültülü) çalınan batının bu müzikleri bize 2000 (ikibin) yıl ve daha öncesini mi hatırlatıyor? Nedir?.. Gerçekten tarihi eserlerce zengin ve görülmesi gereken ünlü bir müzede, heykellerin önünde, Türklerin ve (Avrupalılar dışındaki) müze içindeki çoğunluk olan diğer yabancıların bilmediği bir dilde bilmediği tınılarla müzenin içinin gürültü kirliliği ile doldurulmasının sebebini anlayamadım…
Eveeet. Sözünü ettiğin iki eleştiriden birini sizler için yazdım. İkinci eleştirim; Antalya müzesinde olduğu gibi diğer pek çok müzemiz hatta başka ülkelerin müzeleri için de geçerli. Ancak NEVZUHUR’un sayfa sayısını dikkate alarak (ayrıca uzunca bir eleştiri) ikinci eleştirimi bir sonraki sayıda okuyacaksınız…