Kurulan İlişkilerin Tanzimi: Ahlâk
İnsan, şahsiyeti ile evren arasında ilişki kurmaktadır ve bu ilişkinin bir nev’inde de ahlâk denen hayat kuralları manzumesi doğmaktadır (Tolstoy, 1998). Tolstoy’un kurulan ilişki ile kastettiği dindir ve ahlâk buradan doğmaktadır. Ancak evrendeki düzen fikri, ister evrenin ve bilginin yaratıcısı olmak itibariyle Tanrı anlayışından hareketle ve O’nun tarafından hazırlanmış düzenlemeler şeklinde anlaşılsın, isterse evrendeki düzenin toplumların hayatına taşınması olarak bakılsın, insanı ahlâk sahasına yöneltmiştir (Bıçak, 2013: 295). Evren tasavvurunda bahsi geçen sütunlarla kurulacak ilişkinin çerçevesini çizip, tarzını belirlemek ve kurulan ilişkiyi tanzim etmek, ahlâkın sahasına girmektedir. Bu ilişkiler aynı zamanda ferdin kendi beni ile kuracağı ilişkinin tarzını da belirlemektir. Zira ahlâktan beklenen, insanın benliğini kazanmış, benciliğine ise sınır çizebilmiş bir anlayış ve buna uygun bir davranış kazandırmasıdır.
Ahlâk insan davranışlarını tanzim eden kurallar bütünü olarak tanımlanmakta olup üç boyutundan bahsedilmektedir. Hem kendimiz hem de başkaları hakkındaki yargılarımıza temel teşkil eden iyi ve kötü kavramlarına dair bildiklerimiz bilgi boyutunu oluşturmaktadır. İyi ve kötü kavramlarının davranışlarımızda makes bulmasıyla davranış boyutu ortaya çıkmaktadır. Davranışlarımız sonucunda yaşadığımız his ve heyecanlar ise duygu boyutunu oluşturmaktadır. Duygu boyutu, hem sonraki davranışlarımızı belirlemekte hem de vicdan denen kontrol mekanizmasını oluşturmaktadır (Güngör, 1995: 40). Bu durum bir taraftan ferdi, değerler dünyası ve toplumla buluştururken, diğer taraftan ihtiyar, irade ve rıza kavramlarıyla, tercihlere, dolayısıyla ferdî sahaya dikkat çekmektedir. Bu noktada irade, ihtiyar ve rıza kavramlarına bakmak icap edecektir. İrade bir davranışı tercih ederek, gerçekleştirme gücünü belirtir. Hem reddetme hem de iyi niyet temennisi anlamlarını veren “hayır” kökünden gelen ihtiyar, seçenekler arasında zorlama olmadan tercih yapıp, karar vermeyi ifade eder. Rıza ise bilerek irade beyan edip, ihtiyarda bulunma sonucunun isteyerek kabul görmesidir (İslam Ansiklopedisi, 2000: 380-384). İradenin, tercih edebilmenin potansiyel haline; ihtiyarın, tercih edebilme fiilinin kendisine; rızanın ise bilerek seçmeye ve sonucunu gönülden kabul etmeye, gerektiğinde katlanmaya işaret ettiğini söylemek mümkündür.
Ahlâk daha ziyade anlayışa, teorik kısma işaret ederken; edep ahlâkın pratik yönüne, uygulama alanına dikkat çekmektedir. Edep, ahlâk anlayışının hayata taşınan, yaşanan tarafına işaret ettiğinden olmalı ki, klasik ahlâk anlayışımızda “edeb yahu” ifadesiyle altı çizilmiştir. Arapça bir kelime olan ahlâk, İslâm’ın insan ve Rab anlayışının etkisini taşımaktadır. Aynı şekilde Arapça bir kelime olan edep, ecdat tarafından hem Türkçeye çevrilmiş hem de Türkçeleştirilmiştir. Zira edeb “eline, diline, beline” sahip olmak şeklinde anlaşılmış ve uygulamaya konmuştur. Böylece ilişkileri tanzim eden ahlâk anlayış ve ölçüleri, edep ile hayata aktarılmıştır.
Klasik ahlâk anlayışımızın yer aldığı Ahlâk-ı Alai adlı eserde, ahlâkın huy ve fiillerden bahseden bir ilim olduğu belirtilerek, güzel olan fiillerin yapılıp kötü fiillerden kaçınılması gereğinin altı çizilmektedir. Eserde iyi ve kötü kavramları fazilet ve rezilet ile karşılanmıştır. Olması gerekenler fazilet, uzak durulması gerekenler ise rezilet ile ifade edilmiştir. Had bilindiği veya ölçüye uyulduğu takdirde itidal, itidalden uzaklaşınca ifrat ve tefrit ortaya çıkar. İtidal sınırına uyulması halinde fazilet; hikmet, iffet, şecaat ve adalet şeklinde tezahür edeceği ifade edilir. İtidalin aşılması halinde ise ya ifrat veya tefrite kaçılmış olacağından, rezilet meydana gelecektir (Kınalızade: 91-96). Arapça olan fazilet Türkçede erdem kelimesiyle karşılanmıştır. Dem, Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre hem olması gereken kıvam hem de zaman anlamına gelmektedir. Şu halde erdemin, eril tavır sergilenen durum ve zamana işaret ettiğini söylemek mümkündür. Fazilet, itidal üzere olmayı, rezillikler ise ifrat ve tefritte bulunmayı ifade etmektedir. Rezilet aynı zamanda alçakta olma halini de belirtir. O halde itidal, ölçülü olmayı, ifrat aşırılığı, tefrit de gevşek davranmayı belirtmek üzere kullanılmıştır. İtidal, orta yola işaret etmektedir. Ancak kastedilen biraz ondan biraz bundan olmaktan ya da vasatlıktan ziyade davranışın irtifa kazanarak, zirveyi yakalaması ve orada cereyan etmesidir.
Hikmet, bilmek ve bildiği istikamette davranmaktır. İfratı kurnazlık, tefriti ise doğru ile yanlışı ayırt edememe hali, yani ahmaklıktır. Adalet, hak ve haksızlıkla ilgili ölçüyü vermekte olup, ifratı zulmetmek, tefriti ise zulme rıza göstermektir. İffet ihtiyaçların meşru dairede karşılanmasıdır. İffetin ifratı haz düşkünlüğü, tefriti bir nevi aşırı perhiz halidir. Şecaat cesur olmayı işaret ederken; ifratı saldırganlık, tefriti ise korkaklıktır (Oktay, 2005, 90-91). Burada hikmeti, insan ile bilgi veya bilinen; adaleti, fert ile fert veya fertler; iffeti cinsiyetler; şecaati ise ferdin kendisiyle arasındaki ilişkileri, ferdin davranışları üzerinden tanzim ettiği şeklinde yorumlamak mümkündür. Ayrıca şecaatin hem hikmet hem adalet hem de iffet için önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Bilgiye ulaşılması ve uygulanması; zulmetmemek ve zulme rıza göstermemek; gerektiğinde perhize müracaat etmeyerek, sorumluluk yüklenmek ama kimseyi de aşırı iştahına malzeme etmemek için hakikaten cesur olmak gerekir. Dolayısıyla cesaret hem haddin bilinmesi hem de lüzumu halinde başkasına veya başkalarına dur denmesi veya teşvik edilmesi için elzem olmaktadır. Burada ölçülü olmanın gayesi, kişinin kendisinin ve çevresinin zarar görmemesidir. Bahsi geçen ölçünün Batı ve bizim zihniyet dünyamıza yansıması bakımından, Ahlâk-ı Alai ile Machiavelli’nin Prens adlı eserini mukayese etmek ilginç ipuçları verecektir.
Genelde Doğu, özelde “bize” baktığımızda, Batının dişil tavrı bize mal etme gayretinin bütünüyle yanlış olmadığı görülecektir. Buradaki doğruluk payının, Batının tavrı açısından değil, bizdeki yansımaları açısından geçerli olduğunu belirtmek gerekir. Zihniyetimiz ve tasavvurlarımız açısından meseleye bakıldığında, dişil tavır sergilenen durumların bulunduğu, üstelik bunun bir rahatsızlık yaratmadığı görülmektedir. Mesela söz konusu tavır, Yunus’un mısralarına şu şekilde yansımıştır:
“Vurana elsiz gerek, sövene dilsiz gerek
Sen derviş olamazsın, sen hakkı bulamazsın”.
Zihniyet dünyamızın mimarlarından ve zihin haritamızın çizerlerinden Yunus’a ait olan bu mısralar dişil tavrın hususiyetlerini taşımakta olup, Batının bu konudaki iddialarını doğrular niteliktedir. İlk mısrada geçen el ve dil, söz ve fiile işaret etmektedir. Aynı dünyanın bir başka mensubu, bu konuyu insanı bir şehre benzeterek izah etmektedir. Bu şehrin göz, kulak, dil ve el olmak üzere dört kapısı vardır. Bütün mahlûkat bir taraftan girer bir taraftan çıkar. “Bu kafilelerden kimi göz kapısından girer, el kapısından çıkar. Yani görülerek girer, fiil, amel ve sanat olarak çıkar. Kimi kulak kapısından girer, dil kapısından çıkar. Yani işitilmek suretiyle girer, dil kapısından çıkar. Akıl da önünden geçenlerin resimlerini çeker (…) beğendiklerini alıkor, beğenmediklerini salıverir” (Mısrî, 2000: 58). Atıf yapılan kısımda söz ve fiilin, akılla olan ilişkisine de dikkat etmek gerekir. Şiirde ilk mısrada geçen elsiz ve dilsiz olmak, söz ve fiile işaretle başlı başına bir haddini bilmeyi ifade etmektedir. Üstelik “sövmek ve dövmek” bir saldırıya işaret ettiğinden, dişil tavırla ilgili iddiaları haklı gösterecek bir mahiyet kazanmaktadır. Nitekim hâkimiyet, mücadele, nüfuz belki fetih vs. gibi kavramları hatırlatan eril tavır karşısında mukabelede bulunmayıp, üstelik sessiz kalma tavsiye edilmektedir. Ancak ikinci mısrada, dikkatle bakıldığında, bu tavrın hak söz konusu olduğunda sergilenmesi gerektiğinin altı çizilmektedir. Dolayısıyla mesele hak etrafında düğümlenmektedir. Burada işaret edilen tavrın anlaşılmasının yolu da, hak kelimesinin nasıl ve niçin tercih edildiğinde geçmektedir. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre hak kelimesinin Hak, hakikat ve hukuk kavramlarını karşılayan anlamları bulunmaktadır. Şu halde büyük harfle başlayan Hak kelimesi Tanrı’ya işaret etmekte olup, Onun karşısında dişil tavrın sergilenmesi beklenmektedir. Zaten başka türlüsü de mümkün görülmemektedir. Mısrada geçen hak, küçük harfle yazıldığında hem hakikat hem de hukuk ve adalet anlamlarına gelmektedir.
Bahsi geçen anlamlardan hareketle, bu mısralarda bazı varlık ve durumlar karşısında tavrımızın belirlendiği bir ölçüden bahsedildiğini söyleyebiliriz. Hak karşısında insan olmamız hasebiyle, inanıp inanmama dışında herhangi bir fiilin gerçekleşmesi imkânsızdır. Hukuk ve adalet söz konusu olduğunda, bize tavsiye edilen de uygulanan tavır da elsiz ve dilsiz olmak yönündedir. Nitekim şeriatın, yani hukukun “kestiği parmak acımaz” anlayışı da bunun, hem söze hem de topluma yansımış halinden ibaret olsa gerek. Hak ve hukuk karşısında eril tavır sergilemek, yani rızanın dışında herhangi bir davranış, zihin dünyamızın kabul edemeyeceği bir duruştur. Kabul edilmez, çünkü bu konudaki her teşebbüsün haksızlığa yol açma ihtimali bulunmaktadır ve bunun atıf çerçevemizde karşılığı yoktur. Dolayısıyla hak ve hukuk karşısında tavrımız bellidir ve dişil olacaktır. Aksi takdirde, amiyane tabirle hem “dik”lenen parmak kesilir, hem de acımıyormuş gibi yapmak zorunda kalınır ki, bunun zararını hem fert hem de toplum çekmek zorunda kalır. Bu mecburiyet yaşanmazsa, birileri zalim birileri mazlum olacak, diğerleri de zulme rıza göstermek zorunda kalacaktır. Adalet üzerine bina edilmiş bir ahlâk anlayışı ile zulmün bağdaşması da, bunun kabul görmesi de elbette beklenemez. Bu sebepledir ki, ne kimsenin adalet üzerinde hâkimiyeti ne de buna tâbi olması, ahlâk anlayışımızın kabul edeceği bir uygulamadır.
Yukarıdaki mısrada geçen hak, şayet küçük harfle yazılmışsa hakikat anlamına da gelmektedir. Hakikat, bilgi nesne uygunluğunu ifade eden bir kavram olup, bilgiye işaret etmektedir. Hakikatin ortaya konması, özne olmayı gerektirir. Ancak bundan önce bilginin yüklenilmesi yani yüklem konumunda olunması icap eder. Zira yüklenmeden bir şeyin doğması mümkün değildir. Hakikat karşısında bir yönüyle yüklenmek gerektiği için tavır da dişil olmaktadır. Nitekim ciltlerce eser kaleme alıp sonunda “Allah-u âlem” demek bu tavrın bir göstergesidir. Ancak bu ibare, sadece O’na karşı bir ihtiramı ifade etmez, aynı zamanda hakikati araştırmanın ve araştıranların yolunun kapatılmaması hususunun da bir ihsası şeklinde okunabilir. Zaten hakikatin kendisi, her defasında yeni soru ve cevaplarla dişil bir özellik taşımaktadır. Kaldı ki insan var oldukça hem sorun yaşayıp hem de soru soracağından, hakikat karşısında eril tavır takınmak, onu nokta ile sonlandırmak, iddianın ötesine geçemeyecektir. Dolayısıyla hakikat noktalanacak değil, virgülle devam edecek bir özellik taşımaktadır.
Yunus’un elsiz ve dilsiz olma konusundaki ölçüsünün bir sınır çizdiğini; Hak, hukuk ve hakikat için geçerli olduğunu, daha doğrusu böyle okunabileceğini belirttik. Ancak evren tasavvuru, bütün bir dünya görüşü ve ona ölçü oluşturan değerler dünyasının tezahürü olduğuna göre, sadece bu kavramlardan ibaret değildir. Burada cevaplanması gereken önemli bir soru karşımıza çıkmaktadır. Bu çerçeveden olmak üzere, mesela halk veya haksızlık kavramları için de zihniyet dünyamızda yine aynı tavır mı geçerli olacaktır? Halk, yani insan olma paydasında buluştuklarımız için de aynı tavır mı sergilenecektir? Bilhassa hakikatle uyuşmayan ve haksızlık söz konusu olduğunda ölçünün değiştiğini görmekteyiz. Daha doğrusu dişil tavrın yerini, süratle eril tavra bıraktığını müşahede etmekteyiz. Bir örnek olması açısından ve bir başka ölçüye işaret etmesi bakımından Mirati’nin şu mısraları incelenebilir:
“Elsiziz, belsiziz, dilsiziz amma
Gezeriz Âlemi erkekçesine”.
Âlemin, hem insan hem de millet olarak bizim de içinde yer aldığımız varlık cümlesine işaret ettiğini söylemek mümkündür. Aynı zamanda âlemin gezilmesi gereği vurgulanmıştır ki, bunu Kızılelma ülküsüne yapılan vurgu olarak okuyabiliriz. Söz konusu ülkü, hem nazar etmekle nazariyata yani keşif ve icada, dolayısıyla bilgiye hem de istikrar ve iskân çağrışımlarıyla fethe işaret şeklinde yorumlanabilir. Erkekçesine ifadesinin eril tavra işaret ettiğini, ancak burada cinsiyetin değil zihniyetin altının çizildiğini de belirtmek gerekir. Bu noktada farklı durum veya konum için ve farklı ölçüye dayanan bir tavırla karşı karşıya bulunduğumuzu görmekteyiz. Ailede çocuğun yetişmesi bakımından dişil tavır sergileyen anne, şefkati, merhameti ve karşılıksızlık ilkesiyle iyiliği öğretmektedir. Ancak bu sayede vicdanın gelişmesi söz konusu olmaktadır. Vicdanın gelişmesiyle şahıs, ahlâkın sınırlarına dâhil olmaktadır. Dolayısıyla anne rolünün yardımıyla sorumluluk şuuru kazanılmakta, iç iletişim sayesinde de, kendine hudut çizebilmektedir. Başkalarına haddini bildirmek ise toplum, ölçü ve disiplinin temsilcisi olan baba rolünden öğrenilmektedir (Güngör,1995: 50). Dolayısıyla iç muhasebe anneden, dış hesaplaşma ise babadan gelmektedir.
Dünyaya karşı içten tavır alışımız zihniyetimizi belirlediğine göre, farklı bir durum karşısında, başka bir tavrın gereği vurgulanmaktadır. Aynı tavra, yine Yunus’un “söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı” mısraında da karşılaşmaktayız. O halde, zihniyetimiz bazen eril bazen de dişil tavır sergilemeyi gerekli görmektedir. Elbette Hak, hukuk ve hakikat söz konusu olduğunda, elsiz ve dilsiz olmak icap ederken; diğerleri için yine aynı atıf çerçevesinden alınan yetkiyle, eril bir tavır beklenmektedir. Şu halde önemli olan, kimden ve nereden gelirse gelsin, haksızlığa nokta koymanın, bu anlayışta yalnızca görev değil aynı zamanda hak olduğunun şuuruna varabilmektir. Aslında burada, hak ve halk hususunda sergilenecek tavra dikkat çekildiğini belirtmek gerekir. Nasıl davranılacağı hususu, ahlâkın sahasına girdiğine göre, değerler dünyasının hayata taşınması, hayat bulması söz konusudur. Bahsi geçen değerler hayat bulurken, hayatımıza dâhil ettiklerimiz ve hayatımıza müdahale etmek isteyenlerle, aramızdaki ilişkileri de tanzim etmektedir. Bu durum, bir taraftan haddi bilme hususunda dişil tavır vazedilerek hem terbiye etmekte hem de sorumluluk yüklemektedir. Diğer taraftan arzumuz hilafına müdahale halinde, eril tavır sergilenerek haddi bildirmeyi gerektirmektedir.
Şu halde Batı zihniyetinin bir yönüyle sergilediği, bir yönüyle de ısrar ve iddia ettiği bir hat halindeki eril tavrın, zihniyet dünyamızdaki karşılığı, bazı durumlar için uygulanmış bazı durumlarda ise yerini dişil tavra bırakmıştır diyebiliriz. Dolayısıyla Batıda ısrarla bir hat halinde uygulanma imkân veya isteğine kavuşmuş olan eril tavır; bizde iki çizgiyle tayin edilmiş bir yol şeklinde uygulanmıştır. Bu yolun tayin ve tespitinde, uyulan ve uygulanan ölçüyü, yani nasıl olması gerektiği hususunu da ahlâk anlayışımız ortaya koymuştur. Bu noktada cevaplanması gereken soru, bunun bir tercih mi yoksa zaruret mi olduğu sorusudur. Dikkatli bakıldığında, tercih edilenin eril, mecbur kalınan dişil tavır olmadığı görülecektir. Hele bu duruma rıza göstermeyi bir acziyet göstergesi olarak yorumlamak, en iyimser haliyle gaflete düşmek olacaktır. Zira evren tasavvurumuzu oluşturan dört sütun karşısında, zihniyet dünyamız çerçevesinde takınılan tavır, hem değerler dünyasıyla hem de hayatla yapılan müzakere sonucunda, şuurlu tercihimizden neşet etmiştir. Dolayısıyla ne maruz kalınan bir durum ne katlanılan bir sonuç ne de bilgisizlikten kaynaklanan bir tercih etme ya da edememe halinden bahsedilebilir. Sebep ve sonuçlarıyla, mevcut ölçünün ifade edildiği iki şiire atıfla, her iki tavrın duruma göre tercih edildiğini söyleyebiliriz. Üstelik bir tavrın diğerine tercih edilmediğini de görebiliriz.
Yazının Devamı Gelecek Hafta