Ali DEMİREL

Yazar - Ziraat Mühendisi

Yağmur İçin Yakarış

Biz Türklerin kültür kökleri çok derindir ve çok çok uzak geçmişe dayanmaktadır. Ne yazık ki; savaşlar, göçler, başka ülkelere ve uluslara Ulu Tanrı adına hükmetme konularına kendimizi çok kaptırmışız. Kendi nüfusumuzdan, bazen onlarca kat fazla olan insan topluluklarını ve ülkeleri yönetelim, oralara doğru inanç ve uygarlık getirelim derken kendimizi ihmal etmişiz. Dahası; yönetimimiz altına aldığımız uluslara çok önemli değerler katarken onların bazı adet ve törelerini de biz benimsemişiz. İşte tam da bu alışverişte kendi değerlerimizi ihmal etmişiz, gereken önem ve itinayı göstermemişiz. Zamanla; binlerce yıllık kendi kültür ve inanç değerlerimizden bazılarını ihmal edip başkalarının (aslında bize pek uymayan) kültür değerlerini bizimkilerin yerine ikame etme gibi kötü bir sürece girmişiz. Ne üzücüdür ki bu yanlış ve utanç verici gidişat günümüzde de, hemen her konuda devam etmekte…

Şimdi sizlere Asya’dan Anadolu’ya kadar getirilen kültür ve inanç değerlerimizden birini yazmaya çalışacağım. Söz konusu inanç değerimizin Asya’dayken daha kutsal bir değer taşıdığını, daha eskilerde ise (binlerce yıl öncesinde) Tanrıca bir sevi ile uygulandığını sanıyorum. Günümüze kadar, çeşitli coğrafyalarda ve zaman sürecinde ihmal sonucu yozlaşarak özünü kaybetmiş,  gerçek uygulanış biçimi yontula yontula kuşa çevrilmiş tarihi inanç değerlerimizden biri bu…

Asıl konuya geçmeden önce söz konusu kültürel değerimizin yaşandığı köyün insanlarının kökeni ile ilgili özet bilgiler vermek istiyorum. Köy halkı; Türkmenistan’dan bir göç kolu halinde Anadolu’ya gelmişler. Gelişleri ile ilgili tam ve kesin tarihi kanıtlar (en azından benim bildiğim kadarıyla) yoktur. Atalardan duyula gelen söylencelere göre; iki ayrı görüş vardır. Bu görüşlerden biri şöyle: Söz konusu Türkmen göç kolu, Selçuklular zamanında Kuzey Irak’taki Erbil’e gelmişler. Oradan da Anadolu’ya göç etmişler. İkinci görüş ise (bu görüşe ben de katılıyorum); Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey zamanında Türkmenistan’dan Karabağ’a (şimdiki Azerbaycan toprağı) gelmişler. Karabağ’da Gence yöresine yerleşmişler. Cence’de yüzlerce yıl kalmışlar… Emir Timur ordusuyla Anadolu’ya gelirken, söz konusu Türkmenler de ordu ile birlikte Anadolu’ya gelmiş. Bu göç kolu iki guruba ayrılmış. Gurubun biri, Afyon İli Bolvadin İlçesinin doğusunda, Eber gölü ile Emir Dağları arasına yerleşmişler. Bu gurup beş bölüme ayrılmış. İlk dördü orada yerleşmişler; Büyükkarabağ, Ortakarabağ, Derekarabağ ve Yenikarabağ adlarını günümüzde de taşıyan köyler. Beşinci bölümü ise Konya İli Cihanbeyli İlçesine gitmişler, orada Cihanbeyli’ye bağlı Karabağ köyünü kurmuşlar. İkinci büyük gurup ise Timur’un ordusuyla birlikte İzmir’e kadar gitmişler ve orada yerleşmişler. İzmir’de Karabağlar olarak anılan semte yerleşmişler…

AFYON İLİ BOLVADİN İLÇESİ DEREKARABAĞ KÖYÜNDE, TANRI’DAN YAĞMUR DİLEMEK İÇİN KADİM TÜRK GELENEĞİNİN TÖRENCE UYGULANIŞI:

Yağmur yağsın diye Yüce Yaradan’a yakarmak için düzenlenecek törene genelde bir kadın önderlik eder. Kadın bu iş için özel olarak görevlendirilmiş gibi köy halkınca kabul görmüştür. Her konuda olduğu gibi bu konuda da bir ocak geleneği vardır. Ocağın başındaki kadın sanki bir ‘Kam’ ya da ‘Işıman’ gibi davranırdı.  Yüce Tanrı’dan Yağmur dileme töreni için karar verildiğinde, bu işin görevlisi olan kadın; tören için hazırlıklara başlar. İlk iş olarak sağlam yapılı ve uysal bir eşek seçer, seçtiği eşek kimin olursa olsun sahibi hemen verir çünkü kutlu bir göreve katkıda bulunmak o kutsallığa katılmaktır, aksi ise yazuk işlemek olur. Eşeğin yularını çekmek için köyden, bu işi yapabilecek olan bir erkek çocuk, törenin uygulayıcısı kadın tarafından görevlendirilir. Ayrıca, görevlendirilen bu erkek çocuktan başka iki erkek çocuk ve beş kız çocuk daha görevlendirir. Bu törende görev almak için çocuklar yarış halindedir. Aileleri ise, bırakın karşı çıkmayı, çocuklarını teşvik bile ederler. Böylesine kutsal bir törende görev almak, yaş sınırından dolayı herkese kısmet olmaz… Tören gurubu: 1 kadın + 3 erkek çocuk + 5 kız çocukla birlikte toplam 9 kişi bu törenin asli unsurlarıdırlar. Çocukların yaşları 7 den az 10 dan fazla olmaz, henüz buluğ çağına ermemiş çocuklar seçilir. Aralarına iki erkek çocuğun serpiştirildiği beş kızla birlikte 7 çocuk birbirlerine poşu veya kutlu kumaştan ince uzunca parçalarla ya da renkli oğurlarla  (oğur:kadınlar tarafından, yünden yapılan, çeşitli renklerle bezeli ip) bağlanarak bir katar oluşturulur. Bağlama; bir çocuğun bileğine bağlanan ipin ucu yanındaki çocuğun bileğine bağlanarak devam edilir. En son bağlanan en başta olan çocuk olur. Çocuklar birbirine bağlanırken, rahat yürüyebilecekleri şekilde iki çocuk arasında ip uzunluğu bırakılır. Katarın başındaki çocuk ise daha uzun bir oğur ile bağlanır. Baştaki çocuğun koluna bağlı olan oğurun bir ucu ise töreni yöneten kadının elindedir. Kadın oğurun ucunu kendi sol bileğine bağlar, aynı elinde bir davul, yoksa def, o da yoksa vurunca ses verecek bir kap-kacak (küçük leğen olabilir) vardır. Birbirine bağlı olan çocuklar, topuklarına kadar uzanan bol giysi giyerler. Ayaklarının yalın olması gereklidir. Ayrıca çocukların giysilerine dikilerek veya çatal iğne ile tutturulan; zil, deve çanı, koyun ve keçi canları vardır, yürüdükçe, biraz da kasıtlı olarak sallanarak yürümekle, çeşitli tonlarda sesler çıkartılır. Bu arada kadın, davulunu çalar ve de Tanrısal anlamda maniler söyler, sanki dua gibi… Bu söylemelerini bazen mırıltı halinde yapar, bir şeyler söylediği duyulur fakat ne söylediği anlaşılmaz. Ama Ulu Tanrı’ya yağmur yağdırması için yakardığı herkesçe bilinir.

Köydeki hemen herkes özellikle de çocuklar ve gençler kutlu kafilenin peşinde büyük bir topluluk oluştururlar. Yağmur yakarıcıların biraz gerisinde duran topluluk onları tören boyunca takip ederler ama hiçbir şeye karımazlar, sadece seyredip izlerler.

Yağmur katarı köydeki her evin kapısına varır. Çocuklardan çıkan sesler ve baştaki kadının davul sesi hiç kesilmez. Hangi evin kapısına varılmış ise evin hanımı bir kap içinde (yaklaşık 2-4 litre) su getirip, birbirine bağlı çocukların kafalarından aşağı dökerek hepsini de boydan boya ıslatır. Ve hemen ardından (daha önce hazırladığı – yağmur töreninin yapılacağı bir gün önceden duyurulduğundan) bulgur – tereyağı – kuyruk yağı – kavurma gibi gıda maddelerinden (en az birini, bazıları hepsinden), yularından bir erkek çocuğun çektiği eşeğin üzerindeki heybenin gözüne koyar. Eşekte birden fazla heybe olurdu, her heybenin iki gözü olunca da verilen her şeye konulacak yer bulunurdu.  Katardaki kız çocukları renkli iplerle daha gösterişli giyinirlerdi ve onlara ‘yağmur gelini’ denirdi.  Baştaki kadının söylediklerinden başka; her kapıya vardıklarında üzerlerine su dökülen çocuklar hep bir ağızdan şöyle bağırırlardı: “Bahçede çamur, teknede hamur, ver yaradan bolca yağmur” … İşte buna benzer başka sözler de mani şeklinde söylenirdi… Yağmur kervanının kapıya gelmesi o hane için kutsal bir durumdu, içtenlikle memnun olan evin kadını yiyecekleri vererek onları uğurlarken yuvasının kutlu olacağına inanarak arkalarından dua ederdi.

Bu şekilde köydeki bütün evler gezildikten sonra köy meydanı veya uygun olan bir yere gelinir. Köydeki kadınların da yardımıyla kazan kurulur pilav pişirilmeye başlanır. Bu arada sırılsıklam ıslanan çocuklar üzerlerini değiştirip tekrar gelirler… İçinde tereyağı, kuyruk yağı ve kavurmanın olduğu bulgur pilavı kazanının başına, hemen her evden, elinde tabak olan biri gelir. Pilav dağıtılmadan önce kadın dua eder herkes bu duaya katılır. Dağıtılmakta olan pilavdan herkes az da olsa almak ister çünkü o pilav artık kutlu pilavdır.

İnanın üzülerek yazıyorum; yıllardır bu özgün tören artık uygulanmaz oldu. Pek yakında unutulup gidecek, zaten yeni yetme gençler hiç görmediler…

Bu yazdıklarımın bazı okuyanlara garip ve mantık dışı gibi geleceğini biliyorum ama yazmadan da edemeyeceğim. Bu yağmur törenlerinden sonra, az veya çok mutlaka yağmur yağardı. Bir keresinde pişirilen pilav daha dağıtılmadan sağanak halinde yağmurun bastırdığına tanık olmuş biriyim… Her ne dilersen, hangi dilde ve hangi şekilde dilersen, Yüce Yaradan’dan dile. Tanrı’nın yarattıklarından medet umma!..

Ha, sırası gelmişken, bu yazdıklarımı ben bir yerlerden almadım, birilerinden duymadım; çocukluğumda bizzat bu törenlere (birbirine bağlanan çocuklar arasında) katıldım. Bizim köyde, komşumuz olan ‘Gülsüm’ adında bir kadın vardı, köyde ona ‘Of Of Kız’ derlerdi. Benim katıldığım yağmur törenini o kadın yönetmişti…

Ogan Tanrı bizi korusun…

Böylesine özgün bir kültürel değerimizi çok uzun yıllar yaşatmış olan Derekarabağlılar İslami anlayışın dışındaymış gibi algılanmamalı. Ta Türkmenistan’dayken bile Müslüman olan Türkmenlerin bu kolu, yağmur için Allah’a yakarışları İslami usullere göre de yapmaktadırlar.  Şöyle ki: Köyün ilk yerleşim yeri olan ‘Dereköyderesi’ denilen yerde tarihi bir yatır mevcuttur. Eski köy yerinin en önemli kalıntısı olan bu yatır ‘Mail Dede’ dir. Kurak geçen yıllarda köy halkı toplu halde, kuzeye, dağa doğru giderek Dereköyderesi’ne, Mail Dede’ye varırlar. Orada kurbanlar kesilir, Kuran’dan sureler okunur, ardından da yağmur duası yapılır. Mail Dede yüzü suyu hürmetine Allah’tan yağmur istenir… Böyle bir yağmur duası sonunda, daha köy halkı köye gelmeden yağmur yağdığına tanık olmuş biriyim…

Anlaşılacağı gibi; hem İslamiyet öncesi hem de İslamiyet’in kabulünden sonra, tek olan Yaratıcı’ya iki ayrı usulde yağmur duasının yapıldığı müstesna bir köy halkı var. Belki de ‘vardı’ demek gerekir!.. Ben de bu iki ayrı gibi ama aynı iman değerinin birlikte uygulandığı çağda; o köyün bir ferdi olarak ve de her iki törene de tanık olmuş biri olarak kendimi şanslı sayıyorum. 

************************************************************************