3 BÖLÜM
Ağrı Dağı’nın Ermeniler için kutsal bir anlam ifade ettiğini her ortamda duyuyorduk. Bir saatlik yolculuktan sonra Garni’ye geldik. Burası bağlık, bahçelik ve turistik bir yerdi. Aracımızı yemek yiyeceğimiz restoranın parkında bırakıp yürürken karşı tarafta meyve satan bir bayan gördük. Ne sattığına baktığımızda bayan bize ekmeğe benzeyen bir yiyecek ikram etti. Sorduğumuzda bunun kete olduğunu anladık ve Ermenilerin keteye Gata dediklerini de öğrenmiş olduk.
Aslında o kadar çok ortak kullandığımız kelimeler vardı ki duydukça şaşırıp kalıyorduk. Yolumuzun üzerinde taş bir duvar görmüştüm. Samvel, taşların arasına konulmuş küçük taşlara “hıbar” dediklerini söyleyince yine çok şaşırmıştım. Hele işe yaramaz adamlara” hıyar” demeleri bu kadar benzerlikte olmaz dedirtiyordu. Her konuşmada çok ortak kelimeler ortaya çıkıyordu. Pişmana poşman, hırsa ise Erzurum’da olduğu gibi hers, çalmaya ise talan diyorlardı. Çeşme ise yine çeşme olarak biliniyordu. Kısa bir yürüyüşten sonra tarihi tapınağa geldik. Ermenilerin, Hıristiyan olmadan önceki inançlarını ifade eden bu tapınağa basamaklarla çıkılıyordu ve önünde çok sayıda sütun vardı. Zerdüşt Tapınağı olan bu yapı Yunan tarzı bir izlenim veriyordu. Tapınağın içerisi küçüktü ve ateşin yakıldığı bir bölüm vardı.
Tapınağın manzarası harikaydı. Kars’ta bulunan Ani Şehri’nin konumu gibi yüksek bir tepedeydi ve aşağıda Azat Nehri akıyordu. Bu harika tarihi eseri gezdikten sonra aynı yolu takip edip yemek yiyeceğimiz restorana geldik.
Restoran çok güzeldi ve alt katta düğün vardı. Çalınan müzik bizim düğünleri hatırlatıyordu.
Servis yapan garson, getirdiği yemeğe” karnıyarık “deyince hepimiz bir birimizin yüzüne baktık ve gülümsedik.
Karnıyarık servisinden sonra masaya “Kelecoş” gelince eh artık bu kadarı da olmaz dedik.
Türk Cumhuriyetleri’nde olduğu gibi burada da yemekte özel bir seremoni yaşanıyordu. Kadeh kaldırıp konuşmalar yapılıyor ve yemek böylece devam ediyordu.
Samvel, dostluk ve barış üzerine bir konuşma yaptı. Bizim kültürel maksatla Ermenistan’a gelmemizi çok önemsediğini belirtti.
Biz de konuşmalarımızda Ermenistan’ı tanımak görmek ve kültürel yönden anlamak düşüncesiyle geldiğimizi söyleyip, siyasetle ilgimizin olmadığını vurgulayarak, tarihte yaşanan olumsuzlukların siyasiler tarafından tırmandırıldığını ve emperyalist ülkelerin bu konuyu kaşıdıklarını ifade ettik.
Yemekten sonra Samvel’in, Erivan’daki işyerine gittik. İlk önce cam işinin yapıldığı birimi gezdik. Buradaki vinç Türk yapımıydı. Bloklar halinde dizilmiş camların büyük bir kısmının Şişe Cam’dan gelmesi enteresandı.
Bu arada Samvel’in dostlarından Adıyaman’lı Apet isimli bir vatandaşımızla karşılaştık. Kuyumculuk yapan Apet, İstanbul’dan gelmiş ve on yıldır burada yaşıyormuş.
Samvel, dünyayı anlamış dostluğun ve kardeşliğin önemini kavramış, gönlü sevgi ile dolu barış yanlısı bir insandı. Erzurum’a en az elli defa gelmiş dolayısıyla çok iyi arkadaşlıklar kurmuş.
Ara sıra Türk arkadaşlarıyla yaptığı telefon konuşmalarına şahit olunca, kurduğu dostlukları daha net anlamış oluyorduk. Bir defasında İstanbul’daki Türk arkadaşıyla konuşurken “ Sana göre ben gavur, bana göre de sen gavursun” diye bir espri yapmıştı. Aslın da bu konuşma, bakış açılarının insanlar arasında nasıl bir ötekileştirme yaptığını anlatıyordu.
Samvel ve tanıştığımız insanlar “Bizim Türklerle çok ortak yönümüz var. Biz yabancı değiliz, kardeşiz” diyorlardı ve düşmanlıkları siyasetin tırmandırdığının altını çiziyorlardı.
Samvel Bey’in evi, işyerinin yakınındaydı. Bizi evine davet ederek çay ve meyve ikramında bulundu. Tanıştığımız eşi çok nazik bir hanımefendiydi. Hoş bir yarenliğin ardından Samvel bizi otelimize kadar getirdi.
24 Ağustos Cumartesi günü sabah 10.45’de Samvel otele geldi. Aracını park edip bizim minibüsün şoför koltuğuna oturdu ve Soykırım Anıtı’na gitmek için yola koyulduk.
Bir müddet gittikten sonra Armen’i almak için durduk. Park ettiğimiz yerde bir semt pazarı vardı. Yöresel ürünlerin satıldığı bu pazarın bizimkilerden hiç farkı yoktu.
Pazarı gezip, araca yöneldiğimizde Armen’de gelmişti. Kısa bir yolculuğun ardından bir tepe üzerinde bulunan Soykırım Anıtı’na geldik. Etrafta etkileyici bir kilise müziği yankılanıyordu.
Girişin sağında ve solunda politikacıların diktiği ağaçlar vardı ve üzerlerinde isimler yazılıydı.
Sağ tarafta yeniden doğuşu simgeleyen 44 m yüksekliğindeki anıt bulunuyordu. Sol tarafta ise üzerinde sevk ve iskân kanununun uygulandığı illerin isimlerinin yazıldığı bir duvar yer alıyordu.
Duvarın en başında İstanbul, en sonunda da Adıyaman isimleri yazılıydı. Erzurum ve Hınıs ortadaydılar.
Duvarın önünde birkaç mezar vardı. Bu mezarların Karabağ’da ölenler olduğunu öğrendik ama anıtla ilgisini kuramadık.
Daha sonra sonsuza dek sönmeyen ateşin olduğu bölüme geçtik. Burada sevk ve iskân kanununa tabi olan illerin sayısın ifade eden on iki duvar bulunuyordu.
Ateşin etrafında karanfiller serpilmişti.24 Nisan günü burası çiçekten geçilmez oluyormuş.
Ateşin başında bir müddet durduk. Buna benzer ateşleri Azerbaycan’da ve Bosna’da da görmüştüm.
Tarihsel süreçleri süratle aklımdan geçirirken öç ve intikam hissini uyandıran bu ateşlerin gelecekte sevgi ve barış için yanması temenni ederek, buna benzer ateşlerin insanlar arasındaki kin ve nefret duygularını yok etmek için yanması gerektiğini düşündüm.
Buradan ayrıldıktan sonra müzeye gittik. Modern bir şekilde tasarlanmış müzede değişik lisanlarda rehberlik veriliyordu ama içlerinde Türkçe yoktu.
Osmanlı dönemindeki Ermenilerle, sevk ve iskâna ait fotoğraflar çoğunluktaydı.
Eli silahlı Taşnak militanlarının fotoğrafları da sergilenmişti. Ayrıca Talat Paşayı öldüren Solomon Telilirian’ın ve diğer militanların resimleri de sol tarafta teşhir edilmişti. İttihatçılardan Enver Paşa, Dr. Bahattin Şakir, Talat Paşa, Cemal Paşa ve Said Halim Paşa’nın fotoğraflarının altında tehcirin mimarları şeklinde yazılar vardı. .
Müzede, Osmanlı Bankası baskınının tertipleyicisi Erzurum Milletvekili Karakein Pastermadjian’ın fotoğrafı da vardı.
Osmanlı Devleti’nde yüzbaşı olarak Çanakkale Savaşına katılan ama kardeşinin tehcir kanunuyla Suriye’ye gittiğini duyunca Fransızların safına geçen ve yıllar sonra hatıralarını yazan Sargıs Torossıan’ın müzede ayrıcalıklı bir bölümde fotoğrafı ve altında bilgilendirme yazıları vardı.
Anadolu’da çıkan Ermeni isyanlarından bahsedilmeyen sergide, toplu mezarın olduğu bir fotoğrafın altında 1895 Erzurum yazıyordu. Bu fotoğrafa bakınca 1890 yılında Erzurum’daki büyük Ermeni ayaklanmasıyla bağlantısı olabilir mi diye düşündük. Ayrıca 1896 tarihinde Ermeni komitacıların Osmanlı Bankası baskını hatırladık.
Müzede Sultan II Abdülhamit’e ait bir çok resim vardı. Sultan bu resimlerde eli kanlı şekilde yansıtılmıştı. Müze, bilimsellikten çok propaganda içerikli bir izlenim veriyordu. Tehcir sırasında yaşanılan trajedileri görüntüleyen fotoğraflar çok etkileyiciydi. Sergide, Erzurum’dan gönderilmiş bir mektup ile Sanasaryan Mektebi ile ilgili bir başka zarf dikkatimizi çekti.
Müzeyi gezerken bir taraftan da Erzurum’da yaşanan Türk soykırım manzaraları hayalimden geçiyordu. Yaşım itibarıyla Ermeni Taşnak ve Hınçak çetelerinin katliamlarından kurtulmuş çok insan tanımış, yaşanmış acı olaylar dinlemiştim. Asala tarafından hunharca şehit edilen otuz sekiz diplomatımızın fotoğrafları ile Yanık Dere Şehitliği, Alaca, Yeşilyayla, Ezirmikli Osman Ağa Konağı ve Mürsel Paşa Konağı’nda yaşananlarda bu müzede yer alsaydı olaylar nasıl yorumlanırdı diye aklımdan geçirdim. Karabağ’la ilgili fotoğraf ve materyallerin sergilenmesi müzenin mantığı ile örtüşmüyordu. Hatta Bu durum Azerbaycan Türkleri’ne karşı yapılan vahşeti meşrulaştıran bir izlenim veriyordu.
Çok dikkatle incelediğimiz serginin bilim insanları tarafından daha iyi yorumlanacağını ve bu sorumluluğun her iki tarafın bilim ahlakına sahip tarihçilerine düştüğünü söyleyip müzeden ayrıldık. Çıkışta müzeyi gezenlerin düşüncelerini yazdıkları bir defter vardı. Bizde bu deftere, dünyada savaşın ve şiddetin yerini, barışın ve sevginin alması yönünde temenniler içeren bir not düştük.
Müzenin bir bölümü kitaplara ayrılmıştı. Bunların içinde meşhur Mavi Kitap da vardı. En son tarafta kitap satış reyonu bulunuyordu. Fazla bir çeşidin olmadığı kitaplardan almak istedimse de dolarla satış yapmadıkları için eli boş döndüm. Müzeyi gezerken değerli kardeşim Prof. Dr. Erol Kürkçüoğlu’nun yıllardan beri sergilediği Türk soykırım fotoğraflarının buradakilerden daha etkili olduğunu da belirtmek isterim.
Her tarihsel olayı kendi şartları ve dönemi içerisinde değerlendirmek gerektiğine şahit olduğumuz bu anıttan ayrılarak saat 13.00’de eski ismi “Göyçe” olan Sevan Gölü’ne doğru yola çıktık. 1850 m rakıma ulaştığımızda Erzurum aklımıza geldi. Yol üzerinde deniz malzemeleri satan dükkânların bulunması yakında sahilin olduğuna işaret ediyordu.
Sevan Gölün’de işletmesi olan Rubic bizi karşıladı. Aracımızda mayolarımızı giyip Sevan Gölü’nün serin sularında yüzdük. Burası tatil beldesi gibiydi. Kıyıya yakın yerlerde seyreden jet ski ve sürat motorları tehlike oluşturuyordu.
Samvel’in üniversiteden arkadaşı olan Rubic çok güzel bir sofra hazırlamıştı. Yemekte balık ve karpuz vardı. Karşımızda üzerinde kilise olan bir ada görünüyordu.. Burası Van’da ki Akdamar Adasını anımsatıyordu.
Yanı başımız da bir erik ağacı vardı. Samvel ağaçtan topladığı erikleri getirip ikram etti ve bunların Salor eriği olduğunu söyledi.
Göle girdiğimiz kıyının arkasında Amerikalılar büyük bir tesis yapıyorlardı.
Göl sefamızdan sonra yaklaşık bir saatlik yolculuk yaptık ve kayak tesislerinin olduğu bölgeye geldik.
Çok sayıda butik otelin ve işletmenin bulunduğu bu bölgenin Avrupai bir havası vardı.
Burada bizi yine Samvel’in arkadaşlarından Armen karşıladı. Los Angeles ve Nice’de restoranları olan Armen’in işletmesi çok farklı dekore edilmişti.
Restoranın içerisinde kalan bir ağaç kesilmeden muhafaza edilmesi çevre bilinci açısından çok anlamlıydı.. Ermenistan’a geldiğimizden beri izzet ve ikramda sınır tanımayan bir ilgi ile karşılaşmıştık. Bu yaklaşım Armen’in restoranında da ziyadesiyle devam etti.
Sarı Akçik türküsü salonda yankılanırken yemekler masaya gelmeye başladı. Bize hitap eden menü içerisinde onlarında aynı isimleri kullandıkları kelecoş , turşu, kavurma ve hıngelin olması hayret vericiydi.
Ermeniler domuz etine -hoz, suya-çur, patatese-kartol, merhabaya ise barev diyorlardı.
Yemek esnasında Armen yaptığı konuşmada herkesin suçu karşı tarafta gördüğünü vurgulayarak yeniden başlamak lazım geldiğini ifade edip, Türkiye’nin güçlü bir ülke olduğunu hatırlattıktan sonra demokrasiden yavaş yavaş uzaklaştığı izlenimini hissettiklerini belirtip, iyi ilişkilerin sağlam bir demokrasiyle daha çabuk kurulabileceğini söyledi.
Hıngeller buharda pişirilmiş ve bizimkilerden çok daha büyük bohça biçimindeydiler. Türk Dünyası’nda yaygın olan bu hıngellerden kızartılmış olanların içinde ıspanak, kıyma ve peynir vardı.
Hıngelleri alttan ısırarak ve suyunu dökmeden yemek marifetmiş. Restoran da çalışan ve Türkçe konuşan Artin isimli bir gençle tanıştık. Ailesinin Gaziantep’ten Beyrut’a geçtiğini ve kendisinin Ermenistan’a geldiğini anlatan Artin hizmette kusur etmedi.
Yemeğin ardından veda edip ayrılmak üzereyken lastiğimizin patladığını fark ettik. Tamirci epeyce uzakta olduğundan Armen bize iki araç verdi. Cevat Özer minibüsle gelerek lastikçide buluştuk.
Tamirci Türkçe biliyordu. Kısa sürede lastiğimizi tamir etti. Aracımıza binip Erivan’a doğru yola çıktık. Bekleme sırasında Samvel ve Ayhan Buzlak tavla oynayarak zaman geçirdiler.
DEVAM EDECEK…..