I
Söze “engeller aşılmak, sorunlar çözülmek için vardır” diyerek başlamak gerekiyor. Çünkü Türkiye’de sorunların üstesinden gelinemeyeceği gibi bir kanaat yavaş yavaş kolektif bilinçaltına yerleşiyor. İki asırdır bize söylenen “siz asla uygarlaşamazsınız/ adam olamazsınız” ifadesi, kendi iç dünyamızda “biz adam olmayız” şeklinde makes bulmaya başladı. Sorunları doğru anlaması ve sağlıklı çözüm üretmesi gereken beyinlerimiz, öncelikle bardağın boş tarafı ile işe başlamayı marifet sanıyor; bu yüzden de pek sorunun çözülmüş olduğunu bile fark etmiyoruz.
Tarih bilgi ve bilincinden yoksun olduğumuz için hem boğuştuğumuz sorunların çoğunun bize geçmişten miras kaldığını göremiyoruz; hem de çözümü geçmişte arıyoruz. Bu makale, Türkiye’nin bütün sorunlarının kendi iç dinamiklerimizle, kendi irademizle çözülebileceği iddiasından hareketle kaleme alınmıştır. Teklifimiz şudur: Gelin hep birlikte, hangi tür sorun olursa olsun, önce doğru bilgi sahibi olarak, bilgi zemininde konuşma/tartışma kararı alalım. Biz bilgi ile değil, duygularımızla konuşmaya, tartışmaya çalışıyoruz; duygular sorun çözmez; sorun bilimsel/doğru/güvenilebilir/savunulabilir bilgi ile ve bilimsel yöntemlerle çözülür.
II
Türkiye, derinleşme istidadı gösteren bir gerilim ortamına sürüklenmiştir. Adını koymak her ne kadar pek kolay değilse de bu, irtica tartışmalarında, türban sorununda ve laiklikle ilgili her türlü görüş, tutum ve tavırlarda kendini ele veren bir gerilimdir. İşin odağında “din”in olduğunu görmemek mümkün değildir. O zaman açıkça ifade etmekte fayda vardır: Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk toplumu, kökleri en azından iki asra uzanan, insanları iki kutuptan birini tercih etmek durumunda bırakan, merkezinde dinin yer aldığı ciddi bir krizle karşı karşıyadır. İnsanlar adeta ya dinden, ya da laiklikten yana tavır almaya bir şekilde zorlanmakta; din ve laiklik karşı karşıya getirilmek istenmektedir. Sadece “çarşaf açılımı” adı etrafında farklı kesimlerce ve farklı kesimlere mensup insanlarca dile getirilen görüşler, “mahalle baskısı”nın kimler tarafından kimlere yapıldığı, kimlerin kimleri ötekileştirdiği şeklindeki tartışmalar, salim bir kafayla olup bitenleri anlamaya çalışanları kaygılandırmaya yetmektedir.
Bu kriz, üç kıtada etkin özne bir milletin Anadolu’ya sıkışması ile zaten mevcut olan ufuk daralması, akıl tutulması ve öğrenilmiş acizlik sayesinde iyice derinleşme istidadı göstermektedir. Sorunların adeta üstümüze üstümüze geldiği gibi bir hisse kapılmamak elde değildir. Küreselleşme, hem sorunu doğru algılamamızı güçleştirirken, soruna hariçten müdahil olmayı kolaylaştırmış; hem de çözümün evrensel boyutlu olmasını zorunluluk haline getirmiştir. Kriz ortamı, zaten yeterince karışık olan kafaların daha da karışmasına yol açmıştır. Tabir yerinde ise at izi, it izine karışmıştır.
Bu krizin doğru anlaşılması ve en az hasarla atlatılarak sağlıklı bir çözüme ulaşılabilmesi için öncelikle göz ardı edildiğini düşündüğümüz bazı gerçeklerin hatırlatılmasında fayda vardır: 1. Türkiye’de yaşayan insanların %98’inin Müslüman olduğu bilinen bir husustur. Toplumun içinde agnostikler, tanrı tanımazlar, farklı dinlere mensup insanlar da elbette mevcuttur. Bu sebepten, Türkiye’de İslam’ı görmezlikten gelmek, ya da İslam’a rağmen herhangi bir şey yapmak pek mümkün değildir. 2. Türkiye’nin Cumhuriyet’in kazanımlarından daha geri gideceğini, halkın böyle bir şeyi kabul edebileceğini düşünmek mümkün değildir. Türk toplumu, her ne kadar istenilen düzeyde olmasa da demokrasi kültürü üretmeyi başarmıştır. Laiklik, sorunlar olsa da, vazgeçilemeyecek bir değerdir. 3. Türkiye’de birey bilinci sağlıklı bir şekilde gelişmediği için, kişisel hesaplaşmalar, çıkar çatışmaları gruplar ve toplum üzerinden gerçekleştirilmektedir. 4. Eleştirel zihniyet toplumda egemen olmadığı ve sağlıklı iletişim kanalları tıkalı olduğu için, insanlar farklı görüşlere tahammül edememekte; farklılıkları bir zenginlik olarak görüp anlamaya çalışacakları yerde, onu kendi görüşlerine, hatta kişiliklerine bir saldırı olarak algılamakta; çoğu zaman gerçekte olmayan düşmanlarla savaşmaya çalışmaktadır. Daha da kötü olan, bireysel durumların gurup üzerinden değerlendirmeye tabi tutulmasıdır. Toplumun kamplara ayrılmasını kolaylaştıran en önemli etkenin “sürü içgüdüsü” olduğu akla gelmektedir. Bu süreçte bir öfke birikmesinin ve korkuların kurumsallaşmaya başlamasının söz konusu olduğu da unutulmamalıdır. 5. Türkiye’de halkın ezici çoğunluğunun din ve laiklikle herhangi bir sorunu yoktur. Hatta bazı okur- yazarların tersine, Türk halkının önemli bir kısmının, dinin ve laikliğin kulvarlarının ve işlevlerinin farklı olduğu bilinci üzerine kurulu sağlıklı bir uzlaşı kültürü yaratmayı başardığı bile söylenebilir. 6. Bu gerilimin zaman zaman ranta dönüştürüldüğünü görmezlikten gelmek mümkün değildir. 7. Gerilimin çözümsüzlüğe doğru sürüklenmesi, her ne kadar bazı çıkar çevreleri tarafından arzu edilen bir husus olsa da, temelde, toplumun din, tarih ve laiklik konusunda en azından özgürce düşünmeye yetecek düzeyde doğru bilgiden mahrum olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü doğru bilgi olmadan doğru düşünmek, doğru düşünmeksizin sorunlara kalıcı çözüm bulmak biraz zordur. 8. Türk toplumunun önüne, toplumu motive edecek sağlıklı bir amaç konulamamıştır. Maalesef Atatürk’ün hedefinin Batı’ya eklemlenme değil, yeni bir uygarlık olduğu gerçeği bilerek ya da bilmeyerek göz ardı edilmiştir. 9. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekası, dinden kaynaklanan sorunlara zaman kaybetmeden sağlıklı çözümler üretilmesine bağlıdır. 10. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, aslında Cumhuriyet’in ilk yıllarında atmış olduğu sağlıklı adımlarla dini sorun olmaktan büyük ölçüde çıkartmıştır. Ne var ki, bu gerçek, layıkı vechile ne anlaşılabilmiş, ne de anlatılabilmiştir. Bunun en çarpıcı örneği, halifeliğin kaldırılması ve hukuk alanında gerçekleştirilenlerdir. 11. Türkiye’nin İslam’dan, Cumhuriyetin kazanımlarından, demokrasiden ve laiklikten vazgeçmesi mümkün olamayacağına göre, yapılacak iş, her şeyden önce, Türkiye’nin kendi geleceği açısından dini sorun olmaktan çıkartması; Batı standartlarının ilerisinde bir demokrasi ve laiklik hedefini gerçekleştirmeyi bir amaç olarak toplumun önüne koymasıdır. Sağlıklı demokrasi ve laiklik, Türk milletinin yeniden tarihin öznesi olabilmesinin olmazsa olmaz koşuludur. İslam’ı Kur’an’ın kurucu ilkeleri çerçevesinde anlamaya çalışan bir Müslüman, evrensel boyut taşıyan sağlıklı bir demokrasi ve laikliğin gerçekleştirilmesinin, önemli ve anlamlı bir sorumluluk olduğunun bilincinde olacaktır.
III
Sorunun ana kaynağı, İslam dini ile laikliğin karşı karşıya getirilmiş olmasıdır. Bu duruma yol açtığını düşündüğümüz tespitlerimizden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:
*İslam’ın medeniyet iddiasının, Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecine girmesi ile birlikte anlamını kaybetmeye başlaması ve buna bağlı olarak ortaya çıkan mağlup medeniyet travması.
*Din konusunda bilgi sahibi olmakla, dindar olmanın birbirine karıştırılması.
*Osmanlı’nın çöküş sürecinde toplumun Batı karşısında ciddi bir zihin daralmasının ve zihin yarılmasının içine sürüklenmesi. (Ya topyekün kabul, ya da topyekün red).
*Din alanında ortaya çıkan, tahmin edilebilecek olandan daha ileri düzeydeki bilgi boşluğu.
*Batıcıların Cumhuriyette öne çıkması ve İslamcıların Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile birlikte, kendilerine vücut veren, fikirlerinin eksenlerini kaybederek Cumhuriyet’le kafa kafaya gelmeleri.
*İnkılapların köklerinin, Osmanlı’nın son iki asrında yattığı gerçeğinin göz ardı edilmesi.
*Cumhuriyetin önemini ve onun kazanımlarını öne çıkartabilmek için öncesini kötüleme, ya da yok farzetme eğiliminin mevcudiyeti.
*Cumhuriyetin kuruluş aşamasındaki olağanüstü koşulların ve onun gerektirdiği birtakım uygulamaların geçici olması gerektiğinin yeterince kavranılamaması.
*Hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi çok önemli uygulamaların teorik ve teolojik temellerinin insanlara yeterince anlatılamaması.
*Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte ortaya çıkan boşluğun doldurulamayışı/önemsenmeyişi sonucu, yasaklanan kurumların faaliyetlerinin yeraltında, kontrol dışı devam etmesi ve din alanında ortaya çıkan boşluğun, bu denetimsiz alanda üretilen fikirlerle doldurulmaya çalışılması.
*Laikliğin ve demokrasinin insanlığın ortak tecrübesinin ürünü olan ortak değerler olduğu hesaba katılmaksızın sadece Batı’dan, Batı istediği için ithal edilen değerler olarak algılanması.
*Laikliğin, Avrupa’nın yaşadığı sekülerlik doğrultusundaki tecrübesi ve farklı anlaşılma biçimleri hesaba katılmadan, ağırlık olarak Fransız tipi bir anlaşılma biçiminin Türkiye’ye taşınması.
*Laiklikle birlikte, onun özellikle Fransa’daki oluşumunda etkin olan çatışmacı zihniyetin de Türkiye’ye taşınması.
*Laikliğin Türkiye’de zaman zaman bireysel din karşıtlığının ifade aracı olarak kullanılmış olması/ istismarı.
*Laikliğin, insanlığın ortak tecrübesini içinde barındıran bir değer olarak Türkiye’de yeniden üretilebilmesinde beslenme kaynağı olacak birtakım değer kaynaklarının olup olmadığının pek düşünülmemesi. Bir başka ifadeyle, Türk Tarihinde, laikliğin Batı standartlarından daha ileri bir düzeyde yeniden filizlenebilmesi ve evrensel ölçekte yeniden üretilebilmesi için yararlanılabilecek kesitlerin, düşüncelerin ve ortamların olup olmadığının yeterince araştırılmamış olması. (Burada akla ilk gelebilecek isim ünlü Türk bilgini İmam Maturidi olmaktadır).
*Türkiye’de din alanında ortaya çıkan bilgi boşluğunun, özellikle 1970’li yıllarda, Mısır, Pakistan gibi uzun yıllar Batılıların sömürgesi olmuş Müslüman bölgelerde üretilen, İslam’ın bir din olmanın yanında kurtuluş ideolojisine indirgendiği, şartlar gereği siyasallaşan bir din anlayışının egemen olduğu kitapların pek de sağlıklı olmayan tercümeleriyle doldurulmaya çalışılması. (Bu durum, Türkiye’de ödünç kavramlarla oluşan, tepkisel, yüzeysel ve şekilci bir din anlayışının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Buna 1979 İran İslam Devrimi’ni müteakip, bu devrimin ideologlarının kitaplarının Türk okuyucusunun gözüne ve kulağına hoş gelecek şekilde rötuşlanarak Türkçeye çevrilmesini de eklemek gerekmektedir.)
Devamı Gelecek Hafta