Oğuz Çetinoğlu: Ramazan-ı Şerif ayı vesilesiyle sizinle lütfederseniz, ramazan ve orucun, eskilerin ifâdesiyle tedâi ettirdikleri hakkında koşalım. Oruç nedir?
Emin Işık: Oruç, bizi takvâya götüren bir ibâdettir.
Çetinoğlu: Takvâ nedir?
Işık: Cenab-ı Allah’ın emirlerine kayıtsız, şartsız itaat etmektir. İman edip Allah’ın emir ve yasaklarına uyarak O’na karşı gelmekten sakınmak, dünya veya âhirette insana zarar verecek, ilahî azaba sebep olabilecek hareketlerden kaçınmaktır. Çok zor, anlaşılmayan bir şey değil. O takvâ hareketi de, iman sevgiye dönüştükten sonra başlar.
Mesela ilkokulu hatırlayalım. İlkokulda hoca, ‘Çocuklar, bir silgi verin’ dese, 15 çocuk hemen koşar, verir. Çünkü göze girme meselesi var. Hoca kimin silgisini kabul ederse hoca onu kendisine daha yakın hissediyordur. Yahut ‘Bana kalem verin’ dediği zaman bütün öğrenciler koşar. Çünkü hepimiz sevilmek ihtiyacı hissederiz. Sevmek de aynı şey, sevilmek de aynı şey.
Çetinoğlu: Hangisi daha üstündür?
Işık: Sevebilmek kabiliyeti daha üstündür. Ne diyor şair Hâfız Ahmet? Eğer sen aşk ehliysen, sevebiliyorsan senin için sevgili diye bir problem yok. Nasıl olsa bir sevgili bulursun.
Aşk ehline âlemde dilara bulunmaz,
Mecnun isen ey dil sana Leylâ mı bulunmaz
Bâzı insanlar çok sevecendir. Bir kısmı da dostu olmadığından şikâyet eder. Dostu olmayanlar, kimseye dost olamayanlardır. Kimseyi sevmeyenin dostu olmaz. Seven insanın çok dostu olur. Egoistin de dostu olmaz. Onlar da hep dostu olmadığından şikâyet eder.
Çetinoğlu: Oruç bize ne veriyor?
Işık: Oruç, bizi takvâya hazırlıyor. Takvâ, imanın aşk hâline gelmesinden sonraki durumdur. İman, aşk hâline gelmedikçe Allah emirleri insana sevgili gelmez, sevilmez. Yük gibidir. ‘Ama gene Ramazan geldi, oruç geldi! Daha dün bitmişti sanki. Gitti yine geldi, 10 gün de önceden geliyor…’ falan.
İşte, Bektaşi babasına sormuşlar: ‘Baba erenler! Ramazan memnun mu gitti?’ demişler. ‘Aman efendim! Memnun gitmeseydi 10 gün önceden gelir miydi?’ demiş.
Eğer Allah’ın emirlerine riâyet edilir; namaz kılınır, oruç tutulur, zekât verilir, hac fârizası edâ edilirse, bu işler severek yapılırsa yük olmaz, zor gelmez.
Çetinoğlu: Ölçü nedir?
Işık: Namaz ve zekât, bu işin ölçüsüdür. Çünkü bunu severek yapmıyorsak o insana bir şey vermez. İbâdet severek yapılmazsa insana ruhen bir gelişme sağlamaz, yük gibi gelir. O zaman bu din insanın sırtında semer gibi kalır. Hâlbuki Allah dini, kanat olarak göndermiştir. Bu din ruhumuza takılan bir kanattır. Bunu takınıp Allah katına uçacağız. İşte, dost katına uçmak için muhabbetten kanat. Hz. Mevlânâ’nın sözü: ‘Dost katına uçmak için, Allah’a vâsıl olmak için, Allah’ın rızâsını kazanmak için, Allah’ın sevgili kulu olmak için, veli kulu olmak için insan kendisine muhabbetten kanat takacak’
Çetinoğlu: ‘O zaman Allah’ın emirleri hiç ağır gelmez’ diyorsunuz…
Işık: ‘Bir şey daha yapsam da Allah’ın hoşuna gidecek ikinci bir şey yapsam…’ diye o yapılacak iyilikler sıraya konulur ve onların peşinden koşulur. İman aşk hâline gelmeden takvâ teşekkül etmez. Bütün evliyaullah, Abdülkadir Geylani, Şah-ı Nakşibendi, Mevlânâ hepsi aynı şeyi söylüyor. Allah’ı bilmek bunun başı, ondan sonra inanmak ve sevmek. Ondan sonra vermek gelir, fedakârlık mânâsında… Yani bilmek, sevmek, vermek. Târif budur. Hatta formülünü de koymuşlar. Abdülkadir Geylani’nin ‘Mektubat’ında soruyorlar: ‘İbâdet nedir?’ diyorlar. ‘Allah’ın râzı olduğu şeyi yapmaktır’ diyor.
Çetinoğlu: Allah’ın râzı olduğu şeyler nedir?
Işık: ‘Yapın’ diye emrettiği şeyler, Allah’ın râzı olduğu şeylerdir. Allah râzı olmayacağı bir emri zaten vermez. Râzı olmayacağı bir şeyi emretmez. Allah’ın râzı olacağı şeyler, emrettiği şeylerdir.
Çetinoğlu: Bir de ‘ubudiyet – kulluk’ meselesi var…
Işık: İbâdet, Allah’ın râzı olduğu şeyi yapmaktır: ubudiyyet yani kulluk, dindarlık, Allah’ın yaptığı şeye râzı olmaktır. Allah’tan gelene râzı olmaktır, yâni şikâyetçi olmamaktır.
Çetinoğlu: ‘Ubudiyet, ibâdetten üstündür.’ Deniliyor.
Işık: Evet! Sabahleyin Kur’ân okuyordum, Rum sûresinde diyor ki: ‘Biz kulların biraz nimetlerini kısıp biraz sıkıntıya soktuğumuz zaman kulluk hâlinde yâni tam bir teslimiyetle itaat ederler. Ama onlara nimet verdiğimiz zaman şükretmeyi de unuturlar’ diyor. Bir başka yerde diyor ki: ‘Biz kulların dünyada baştan çıkmayacağına güvenseydik, biz onların evlerini altından, gümüşten yapardık, merdivenlerine varıncaya kadar gümüşten yapardık’ diyor. Yani bol nimet baştan çıkarıyor. İnsanlar nimete doyamıyorlar.
Peygamberler içinde varlıklı olan yalnızca, Hz. Süleyman’dır. O’nu da örnek olsun diye göndermiştir. Maddî, manevî bütün nimetleri vermiştir, saltanat vermiştir.
Sabâ Melikesi Belkıs, altın gönderiyor O’na. Süleyman (a.s.) haber alıyor altın yüklü develerle geldiklerini. ‘Yollarına altın döşeyin, getirdikleri hediyelerin, bizim katımızda bir mânâsının olmadığını öğrensinler’ diyor. Develerin geçeceği yollara altın döşetiyor. Bakıyorlar ki, getirdikleri altın, yerlerde saçılmış.
Bizim bir Zeynep Sultanımız var. Zeynep Kâmil Hastanesi’ni yaptıran Kâmil Paşa’nın hanımı, Abdülaziz Han’ın kızıdır kendisi. Acem şahı İstanbul’a misâfir gelir. Abdülaziz Han, misâfirini kızının konağında ağırlıyor. Bu Konak, Laleli’deki Fen Edebiyat Fakültesi’nin yanındadır. Geniş bir bahçe içinde güzel bir konaktır. Kâmil Paşa sonradan Sadrazam oldu. Abdülaziz demiş ki kızına: ‘Siz konağın bir katını misâfirimize tahsis ediniz.’
Şah da biraz dikkatsizlik etmiş herhâlde. Göğsünde bir madalyon varmış. Zeynep Sultan bir gün kahvaltıdan sonra yanına gidip hâl hatır sorarken şah, göğsündeki bu madalyona bakmış. Zeynep Sultan bundan rahatsız olmuş. Çağırmış kuyumcubaşını… Ertesi sabah kuyumcubaşı gelince; ‘Seninle Şah’ın yanına gideceğiz. Göğsünde bir madalyon var. Ona dikkatle bak. Aynısından veya benzerinden iki tâne yapmanı isteyeceğim.’ Birlikte misâfirin odasına girmişler, ziyâret sona erdikten sonra Kuyumcubaşı demiş ki: ‘Tamam, Sultanım. Gördüm. Aynısından iki tâne yapacağım.’
Madalyonlar yapılmış. Zeynep Sultan kuyumcubaşına diyor ki: ‘Şahın gittiği abdesthanede takunyalar var, bu takunyaların birine bir tane sağ yanına, bir tane sol yanına bu madalyonları tak.’ Ertesi sabah şah, abdesthaneye gidiyor ve bakıyor ki göğsünde olan madalyon yerde takunyalarında sallanıyor. Güzel bir ders...
Çetinoğlu: Zeynep Sultan’ın bir de babası Sultan Abdülaziz Han ile alakalı güzel bir iftar hikâyesi vardır. Bilirsiniz…
Işık: Zeynep Sultan bir gün babası Abdülaziz Han’ı iftara dâvet ediyor. Abdülaziz Han da çok şakacı, çok güzel bir adam. Mağdur edilmiştir, suikaste uğramıştır, bilekleri kesilmiştir falan. Koca Yusuf bileğini bükememiş. Güçlü bir pehlivandır. Birinci sınıf ressamdır, yaptığı bir at resmi vardı. Dolmabahçe Sarayı’nda duruyor. Birinci sınıf bestekârdı, müzisyendi. Bir hicaz sirtosu var; kadıyı oynatır kadıyı. Böyle müthiş bir eser.
Kızından dâvet alınca: ‘İftara gelirim ama diş kiramı da isterim’ demiş. Kızı, ‘Peki’ demiş. Gelmiş, Yemekler yenmiş. Bu arada şunu da söyleyeyim: Padişah geldiği vakit 40 çeşit yemek konur. 40 çeşit yemek, 40 çeşit de reçel olacak; ateş değmemiş, güneş görmemiş olacak. Yani gölgede sürekli karıştırılarak kıvam verilir. Mesela vişne reçeli, vişne marmelatı diyorsunuz. Suyu sıkılır, geniş tepsilere konur, sabah akşam dinlendirilir, 4-5 defa karıştırılır. Gölgede buharlaştırılırsa lezzetini kaybetmez. Ateşe atıldığında öyle güzel olmaz.
Ben birinci sınıf aşçıyım, size biraz kopya vereyim; o gurmeler, diyetisyen dedikleri fasarya şeyler. Ben çilek reçeli yapıyorum. Kararıyor. Gidiyorum bizim köfteci Süleyman Ağa var. Bodrum katta. Beni çok seviyor. Gidiyorum orada içiyorum. Nefis. Orada çilek kıpkırmızı. Dedim ki: ‘Ben çilek reçelini çok seviyorum ve yapıyorum ama siyahlaşıyor.’ Dedi ki: ‘Ocaktan İndirdikten sonra koyacaksın şekeri. Sakın kaynarken koyma, rengi gider, kaybolur, hiçbir şeye benzemez.’ Şimdi öyle yapıyorum. Sizler de öyle yaparsanız, hem taze çilek tadı alırsınız hem de rengi siyahlaşmaz. Sıcak suyu indir, kaynama bitsin… Şekerini kaynarken atma sakın, çileği öldürürsün.
Şimdi gelelim Zeynep Sultan’a. 40 çeşit yemek çıkacak; 3-4 çeşit çorba, yemekler 40 çeşit. 40 çeşit de reçel…
Çetinoğlu: Yemekten sonra sıra geldi diş kirasına…
Işık: Bir gümüş tepsi, içinde ağzına kadar altın dolu… Üstünde de Hattat Mustafa Râkım Efendi’nin yazması Kur’an-ı Kerim... Zeynep Sultan tepsiyi babasına uzatıyor ve ‘Buyurun, babacığım. Bunlar sizin diş kiranız’ diyor. Abdülaziz Han yalnızca Kur’an-ı Kerim’i alıyor, öpüp başına koyuyor, ‘Bu mushaf diş kirası olarak bana yeter’ deyip altın dolu gümüş tepsiye dokunmuyor.
Bir başka hâdise: Şeyhülislam Dürrizâde. Topkapı Camii’nin yanında, şimdiki askerî astsubay gazinosu var, Vatan Caddesi’ne girerken sağda. Topkapı’daki Ahmet Paşa Camii’nin Fatih Camii tarafında, o yamaçta, 2 büyük konak var. Birisi Veliefendi Konağı; çayır var ya atyarışları falan yapılıyor… Bu Veli Efendi, oranın sâhibi. Kendisi Sultan Mahmud’un çok yakın adamıydı. Konağının yanında da Dürrizade Şeyhülislam Efendi’nin konağı var. Günlerden bir gün ikindi namazından bir hayli sonra, akşama 40-50 dakika kala, şimdiki Akdeniz Caddesi’nde o zaman yüksek binalar yok, hep bahçeli evler falan var. Oradan bir toz duman, bu tarafa doğru at arabaları bir kafile hâlinde geliyor. Veliefendi pencereden görüyor ve kâhyaya diyor ki: ‘Git, sor bakalım, Şeyhülislam Efendi hazretleri, Padişahı mı dâvet etti? Bu akşam onda bir dâvet var mı?’ Gidip sormuşlar: ‘Bizim evde dâvet yok’ demişler. ‘Vah, vah. Padişah bize geliyor baskın hâlinde.’ Diye düşünmüş. Hemen içeriye girmiş, sokağa 40 adım kırmızı halı serdirmiş. Haremlikten bütün takımlar selamlığa, selamlıktaki takımlar haremliğe alınıyor. Çünkü haremliktekiler hepsi altın, gümüş takımı; selamlıktakiler bakır. Hazırlık yapıyorlar. Padişah geliyor. Hemen sofralar açılıyor. ‘Buyurun Sultanım, şeref verdiniz’ Diyerek yemek salonuna geçip oturuyorlar ve 40 çeşit yemek çıkıyor aynen dediğim gibi. Yemek faslı bitince Veli Efendi; ‘Sultanım, habersiz geldiniz. Eksiğimiz olduysa lütfen kusurumuza bakmayın. Bizi affedin’ deyince Padişah, ‘Veli Efendi, Veli Efendi! Hiçbir kusur, eksik yoktu. Yalnız hoşaf kâseleri içinde buz yoktu’ diyor. Kusur da buymuş. O da diyor ki: ‘Sultanım, bütün kâseler buzdan oyulmuştu!’ Sultan önce ‘Ya öyle mi?’ dedikten sonra iltifat ediyor: ‘Veli Efendi, Veli Efendi! Servet sana yakışıyor’
Bizim kültürümüzde ağalık var. Ağalık, ikram ve ihsan demek. Başka bir şey değil. İkram edip ihsanda bulunacaksın. Ağa olanın kapısı açık olacak. Şimdiki gibi 8. kat apartman dairesinde falan değil.
Bütün Ramazan boyunca, bütün zengin konaklarının kapısı ardına kadar açıktı; hangisine istersen girebilirsin. Bütün fakir fukaraya da açık. Hattâ artan yemekler terâvih namazından sonra gizlice mahallenin fakirlerine dağıtılırdı. Onlar sahurda zorlanmasınlar diye. Ramazan böyle ikram, ihsan ve nimeti paylaşma ayıdır. Ayrıca zekât ayıdır. Zekâtların verildiği aydır.
Çok insan var, Üsküdar’ın zengini mesela. Kalkıyor, gidiyor Beyazıd semtine. Orada bir mahalle bakkalına gidiyor, diyor ki: ‘Burada borcunu ödeyemeyen kaç kişi var?’ İşte Hasan Efendi, Hüseyin Efendi, Ahmet, Mehmet… Bunlar hasta olduklarından doğru dürüst çalışamıyorlar, borçlarını da ödeyemiyorlar. … ‘Ne kadar borçları var?’ diyor. Borcunu ödemeyenlerin tek tek hesabını kapatıyor, parasını veriyor. Bakkal: ‘Siz kimsiniz?’ diyor; Adam, tek kelime söylemeden çıkıp gidiyor. Ertesi hafta Hasan amca para biriktirmiş, bakkala borcunu ödeyecek. Bakkal diyor ki:
-Senin borcun ödendi!
-Kim ödedi?
-Vallahi bilmiyorum. Bir adam geldi, ödedi ve sorduğum halde kim olduğunu söylemeden gitti.
Bizler böyle bir medeniyetin çocuklarıyız.
Ben her yerde söylüyorum. Bizim medeniyetimizin zirvesi ne Sultanahmet’tir, ne Süleymaniye’dir, ne Selimiye’dir. Bizim medeniyetimizin zirvesi, sokak başlarındaki, mahalle aralarındaki sadaka taşlarıdır. Yatsı namazından çıkan zengin ne kadar sadaka verecekse o taşın içine koyuyor. Gelen fakir de o günkü ihtiyacı kadar alıyor. Ekmek alamamıştır, peynir alamamıştır, zeytin alamamıştır; içinden 15-20 kuruş alıyor. Veriyor mu, alıyor mu belli değil. Veren de oraya gizli koyuyor, alan da gelip gizli alıyor; haysiyetini, şerefini korumak için.
‘Yabancı Seyyahlar Gözüyle Eski İstanbul’ isimli bir kitap var. Yabancıların ilk dikkat ettikleri şey, -ki İstanbul o zaman 350.000 nüfusludur- bu şehirde hiç dilenci olmaması. 1850’lerde. Paris, dünyanın büyük şehirlerinden biridir. Nüfusu 200.000 civarındadır. 20.000’den fazla dilenci varmış. İstanbul’u gördüklerinde ilk hayret ettikleri husus, şehirde hiç dilenci olmayışıdır. Dilenmeye gerek yok ki ihtiyaç sâhipleri sadaka taşından ihtiyaçlarını karşılıyorlar.
O dönemde haramı, helali hepsini biliyorduk. Onun için kazancımızın, evlerimizin bereketi vardı. Şimdi ne kadar değerimiz varsa hepsini kaybettik veya kaybetmek üzereyiz. Kime benziyoruz? Kimseye de benzemiyoruz. Ne tam Avrupalılar gibi olabildik, ne de kendimiz olarak kalabildik. Onların elbiselerini giyiyoruz, kravatlarını takıyoruz, ceketlerini giyiyoruz, masada yemek yiyoruz. Yer sofrasından kurtulduk, Allah’a çok şükür. Adını Fransız de, Alman de, hiçbir şey olmaz. Çünkü taklitle bir şey olunamaz. Başkalarını taklit ederek kalkınmış insan yoktur, millet yoktur… Böyle bir şey yok. Taklit, bizi bizden uzaklaştırır. Kendimize döneceğiz, inşallah. Kendi değerlerimize de yabancıyız. Bilmiyoruz. Gerçekten bilmiyoruz. Türkçe zâten elden gitti. Dil kaybolduğu zaman millet de kaybolur, Türklük de gidecektir, hepsi gidecektir. İşte Oktay Sinanoğlu yazdı; ‘Bye Bye Türkçe’ diye kitabı var.
Biz gerçekten büyük bir soydan geliyoruz, büyük bir kültürden geliyoruz. Hiç eşi, emsâli yoktur, dünya milletlerinin rüyâsında bile görmeyecekleri bir hayatı yaşadı babalarımız, dedelerimiz. Allah rahmet etsin. O kadar büyük bir kültür oluşturmuşlar ki biz onu anlatmakla bitiremiyoruz. Onları bilmemiz lazım. Bileceğiz ki tekrar o hasletleri yaşayalım.
Allah’ın ve Peygamber’in en sevmediği şey, tembellikmiş. Atâlet yok, hareket var, aktivite var. Namaz baştan sona harekettir. Yat, kalk, bir daha yat, bir daha kalk. Nedir bu? Aktivitedir bu. ‘İnnellezine amenu ve amilûs sâlihâti.’ Amel-i salih nedir? İyi iş yapan. İş, iş, iş. Eylem, hareket, aksiyon. Kur’ân-ı Kerîm’de en çok tekrar edilen ‘İnnellezine amenu ve amilûs sâlihâti’, yani iman ve amel-i sâlihi işe dönüşmeyen iman, işe dönüşmeyen bilgi hiçbir mânâ ifâde etmez, hiçbir değeri yoktur. Hareket, aktivite, hayır, iyilik, hizmet, hizmet, hizmet...
Çetinoğlu: Teşekkür ederim Hocam.
(Emin Işık Hocamız, maalesef vefatı ile neticelenen rahatsızlığına yakalanmadan bir ay önce yapılan röportajdır. O.Ç.)