Dünyamızın ve Türkiye’mizin başındaki felaket elbette geçecektir. Böyle zamanlarda toplumların en büyük gücü umutlu olabilmeleridir. Bu da yapılan işlerin umut verici olup olmamasını belirleyen üç önemli dayanağa sahip olmakla mümkündür.
1- Yöneticilerin bilgi, liyakat ve devlet adamlığı iradesine sahip olması. Bunun yanında, hep söylediğimiz, “devlet aklının” etkin olması.
2- Devletin doğrudan üretime dayalı güçlü, tarım ve sanayide kendi kendine yeterli ekonomik yapıya sahip olması.
3- Milletleri oluşturan insanlara ait “sosyal sermaye” yani değer ölçülerinin şuurlu var olması.
Yapabileceğiniz her türlü planlama ve uygulamadan iyi sonuç alabilmeniz ancak, bunların olumlu ve güçlü olmasıyla mümkündür. Aksi takdirde ne bilerek yapılan gerçeklere aykırı açıklamalar ne de eleştiriler fayda getirmeyecektir. Fakat, eksik veya hatalı yapılan her işin de normal akıla muhtaç başka sıkıntılara yol açacağını da söylemek bile anlamsız olur sanırım.
Cuma gecesi 2 saatte 2 handikap(!) yaşadık.
1- Birincisi tam bir ay süren fedakârlıkların, çekilen sıkıntıların ve ekonomik kayıpların boşa gitmesidir.
2- Bakan Soylu’nun uygulamanın yanlışlığını itiraf etmesi. İstifa konusu işin siyasi tarafıdır.
Anlaşılan odur ki; Sağlık Bakanının çalışmaları dışında ciddi planlama ve uygulama görülmüyor.
Bir de tıp mensuplarının kendilerini feda edercesine mesleklerinin bütün gereklerini yerine getirmeleri. Aslında bu hep böyle olmuştur, böyle de devam edecektir. Onlar her zaman toplumun en fedakar kesimi olmuşlardır.
Bizim asıl konumuz; her zaman, yakında her şey olacakmış gibi, devletin ve milletin hem ekonomik varlıklar hem de moral güç anlamında teşkilatlanmış ve varlıklı olmasının hedeflenmesidir.
Katil virüs bile bize iyi birşeyi emrediyor:
Hem fert olarak hem de devlet olarak önceliklerimizin değişmesi mecburiyet kazanmıştır.
Benim önceliğim sadece ben olmamalıyım. Önce can sağlığı gelir ama bayrak yerinde sağlam duramıyorsa ben de tehlikedeyim demektir. Sadece savaşta bayrak için ölürüm demek de yetersizdir.
İyi bilmeliyiz ki barışta yapılan her türlü İSRAF düşmana verilen bir mermidir. Savaş yalnız cephede olmuyor.
Sağlık için asıl savaş salgın veya hastalık öncesinde yapılacak olan KORUYUCU HEKİMLİK çalışmalarıdır.
Deprem oluyor, hep birlikte ağlıyoruz. Enkazı kaldırdıktan sonra gösterişli binalar yapıyoruz, betona para yatırıyoruz. Önceliği depreme dayanıklı evleri tamamlamaya vermiyoruz, aksine, deprem için toplanan paraları, kimse kusura bakmasın yandaşlara (!) yediriyoruz. Afet olunca da timsah gözyaşları akıtıyoruz.
Salgın sonrası için her türlü hazırlık hemen yapılmalıdır. En başta tarım ve hayvancılık desteklenmeli, tohum kanunu iptal edilmeli ve köylüye tohumla birlikte gübre de verilmelidir. Hazır fırsat, petrol ucuzlamışken köylüye daha ucuza verilebilir. Şeker fabrikaları geri alınmalıdır. Artık anlamsız geliyor, yol yapımıyla uğraşılmamalıdır.
İsmi üzerinde, “DEĞER” lerimiz diyoruz. Bunlar şahsi nefsimizin üzerindeki kavram ve anlayışlardır. Nefes ve nefis aynı kökten gelir. Öyleyse nefes alan, yani yaşayan, nefsinin isteyeceği ama gücünün yetmeyeceği her şeyi usulünce ve israfa gitmeden verimli şekilde kullanmalıdır. Allah da kullarından bunu istemiyor mu, dostlar!
Sonuçta, yönetimler, insanımıza kendinden daha üstte değer olarak MİLLİ ÜLKÜ’leri öğretmeli, bu anlayışla her türlü yayın ve eğitim yaptırmalıdır.
KALKINMA ve SOSYAL BARIŞ’ın SAĞLIK ve ADALET’ten sonra gelen olmazsa olmaz şartı budur.
Salgınla ilgili talimatlara uymak için bile, görüyoruz, can korkusu tek başına yetmiyor.