Ali DEMİREL

Yazar - Ziraat Mühendisi

Samara

 

Tarihi öneme sahip ve de biz Türkler için çok özel değeri olan Samara kenti Irak’tadır. Samara tarihi bir kenttir ama eski Babil veya Sümerlerden kalma bir kent değildir; Sonradan kurulmuş, hatta Bağdat’tan bile sonra kurulmuştur… Bu kentin özellikle manevi değerini biz Türkler çok iyi bilmemiz gerekirken ne yazık ki bir umursamazlık içindeyiz. O yörede koca bir Bağdat varken yeni bir kentin kuruluşunun nedenlerini bilmeden Samara’nın değeri anlaşılmaz.

Şimdi ta baştan, Halife Mutasım’ın Abbasi Devletinin başında olduğu zamandan başlayalım.

Abbasi İmparatorluğu bir Arap devleti olmanın yanı sıra bir İslam devletiydi. Devletin başında olan kişi ‘Halife’ unvanıyla bütün Müslümanların başı durumundaydı. Başlangıçta çok güçlü olan devlet zaman içinde bazı unsurların etkisiyle zayıflamaya başlamıştı. Bu unsurlardan, görünüşte İslam ama özde sapık olan sözde mezhep ve tarikatlar, sürekli baskı yapıyorlardı. Daha da kötüsü, devletin yönetiminde bulunan Araplar ve İranlılar, İslami anlayışın aksine koyu bir ırkçılık çekişmesi içine girmişlerdi. Başka dinlerden olan toplulukların ise gizli ve açık faaliyetleri sürekli vardı. İşte bu sebepler Abbasi İmparatorluğunu yıkılmanın eşiğine getirmişti. Abbasi devletinin yıkılması demek İslami inanç sisteminin tamamen yok olması durumunu doğuracağı açıkça belliydi. Halifelik makamı da şu veya bu şekilde ama kesinlikle tehlike altındaydı. Bu gerçekleri çok iyi tahlil eden, Abbasi İmparatorluğunun başındaki Halife Mutasım, ilginç bir çare düşündü: Orta Asya’daki, özellikle de Horasan yöresindeki Etrak savaşçılarından (Araplar Türklere Etrak derler) paralı asker şeklinde bir savaşçı birlik oluşturma çalışmalarına başladı. Kendi askerlerine ve milletine güvenmiyordu, biliyordu ki Türk askerleri ihanet etmezler.

Kısa zamanda üçbin kişiden oluşan bir Türk savaşçılar birliği Bağdat’a gelip yerleşti. Ve asker gelişi devam etti, sonunda Türk savaşçılardan oluşan bir ordu kuruldu. Türk ordusunun başında, aynı zamanda komutan konumunda olan beyleri vardı… O çağda Bağdat, belki de dünyanın en gelişmiş kentiydi. Toplum yaşamı günümüzdeki Paris gibi kentlerin durumu gibiydi. Türk askerleri ile Bağdat halkı bağdaşamıyordu. Bağdat halkının (kadın erkek fark etmeden) zarafet ve nezakete alışkın olmalarının yanı sıra siyasi ve sosyal dalaverelerin de yoğun olduğu bir yaşam tarzları vardı. Orta Asya’dan gelen Türkler ise sadelik ve mertlikten başka bir şey bilmiyorlardı. Bu farklılıktan dolayı Bağdat halkı Türkleri görgüsüz ve kaba gibi kabul ediyor, en küçük bir olayda ve de her fırsatta toplu halde Halife ve yetkililere şikayet ediyorlardı. Türkler de aslında Bağdat halkından pek hoşlanmış değillerdi, o kadar ki Türk savaşçıları evlenecekleri kızları Orta Asya’dan getirtiyorlar ama Arap kızlarıyla evlenmiyorlardı. Oysa Türk savaşçılarının çoğu (daha sonra tamamı) kendiliklerinden Müslüman olmuşlardı. Yine de iki farklı kültür bağdaşmıyordu… Şikayetlerin artmasının yanı sıra Türklerin bazı Arapları dövmesi hatta Pazar yerinde sadece bir tokatla bir Arap’ın ölmesi huzursuzluğu iyice artırdı. Bu duruma zaten çare aramakta olan Halife Mutasım, Türk komutanlarla görüştü. Görüşme sonunda Türkler için yepyeni bir kent kurulması kararlaştırıldı. Yeni kurulacak kent için yeterli para devlet bütçesinde fazlasıyla vardı dolayısıyla hiçbir harcama kaygısı olmadan süratle inşaatlar başlatıldı. Bağdat’ın 95 km. uzağında, Dicle’nin kıyısında kurulan bu kent yani Samara Türkler için kurulmuş, hem kışla hem de sivil yerleşim yeri niteliğindeydi. (yıl Hicri 222 Miladi 836)

Bu arada Türk savaşçılar sayesinde Halife her kesime sözünü dinletir olmuş, devlete dışarıdan saldırılması tehlikesi bertaraf edilmiştir. Artık Arap ve Acem ırkçılarının devlet yönetimindeki etkileri kırılmış, onlar bir tehlike olmaktan çıkmıştır. Bu durum Halife Mutasım’ı çok mutlu ediyordu. Savunma ve savaş konularında zaten bütün yetki Türklerdeydi ama zaman içinde devletin diğer birimleri de, bütçe harcamaları ve dış siyasette de artık Türk askerlerinin sözü geçiyordu. Arap ve Acem ırkçıları bu durumdan çok rahatsızdılar ama hiçbir şey yapamıyorlardı.

Mutasım öldüğünde her kesim kendine göre halife seçmek için siyasi dalaverelerin içine girdi. Ama Türk savaşçıları herhangi bir kargaşaya meydan vermeden, ölen halifenin oğlu Vasık’ı halife yaptılar. Ordunun böyle en üst düzey bir siyasi müdahalesine ırkçılar çok sinirlendiler ama hiç kimse, hiçbir kesim en küçük bir itirazda bile bulunamadı. Artık Türkler kimin halife olacağına da karar verir olmuşlardı. Her ne kadar Abbasi İmparatorluğunu resmen halife yönetiyorsa da fiilen Türkler yönetmekteydi.

Türk komutanlar; devlet işlerinin daha iyi yürütülmesi, her şeyin kendi denetimleri altında olması ve ırkçıların halifeyi etkileyebileceği gibi konuları dikkate alarak, artık halifelerin de Samara’da oturmalarını  kararlaştırdılar ve öyle oldu. Bu durum, yani Samara’nın başkent oluşu 57 yıl sürdü. 

   Halife Vasık’ın zamanında Türk savaşçıların devlet üzerindeki etkileri çok daha arttı. Devletin savunma işlerinin yanı sıra mali, iç işler ve dış işler konusunda da son sözü asker söyler oldu… Vasık öldüğünde diğerlerinin muhalefetine karşın Türk savaşçıları Mütevekkil’i halife yaptılar. Muhalif olan kesimden yine etkili bir itiraz sesi çıkmadı, çıkamadı… Mütevekkil’in devlet yönetişini beğenmeyen Türk savaşçılar onu halifelikten azlettiler ve yerine Mustain’i halife yaptılar. Mustain kısa sürede Arap ırkçıların ve diğer muhaliflerinin etkisi altına girdi. Ama istediği gibi hareket edemiyor; istediği, daha doğrusu muhaliflerin istedikleri kararları alamıyordu. Çünkü Samara’da sürekli olarak Türklerin gözetimi altındaydı. Diğer taraftan özellikle Arap ırkçıları halifeyi sürekli sıkıştırıyorlardı. Halife kendisini tam bağımsız olarak hissedeceğini sanarak Samara’dan Bağdat’a gitti ve görevini orada sürdürmek istedi. Türk savaşçılar Halifeden hemen Samara’ya dönmesini istediler. Türk savaşçıları her halifeye olduğu gibi Müstani’ye de çok saygılı davranıyorlardı. Bu samimi saygıya güvenerek, geri gel çağrısına aldırmadan Bağdat’ta kalacağını, görevini oradan yürüteceğini bildirdi. Aslında halifeleri peygamberin temsilcisi olarak gördükleri ve Hz. Muhammed’in yolundan gittiklerine inandıkları için Türk savaşçıları halifelere saygı gösteriyorlardı. Belli ki Müstani bu durumu yeterince kavrayamamıştı. Oysa Bağdat’a muhaliflerin yönlendirmesiyle yapacağı görev peygamberin yolu olamazdı. O zamanın siyasi dalaverelerini ve de sapık inançlar ile taassup halindeki Arap ve Acem ırkçılığının İslami açıdan nasıl bir tehlike olduğunu çok iyi bilen Türk komutanlar hemen harekete geçtiler. Halifeyi Bağdat’tan cebren asker eşliğinde Samara’ya getirttiler. Önce Halifelikten azlettiler sonra da ihanetini dikkate alarak öldürdüler… Bu kez Mutazzi’i halife yaptılar… Bu durum sürüp gitti… .  İslam’ı koruma ve kollama görevi, her ne kadar Türk savaşçılarında olsa da asıl sahip olarak resmen Halife vardı.

Daha sonraları Selçuklu orduları geldi. Selçuklu devletinin başında bulunan Tuğrul Bey, her taraftan kuşatılmış olan gerçek İslam’ı, tam ve kesin olarak özgürlüğüne kavuşturdu. Bu durumda, bizzat halife tarafından, İslam’ın koruyuculuğu resmen ve kesin olarak Selçuklu Türklerine teslim edildi. Özel bir törenle yapılan bu teslimden sonra gerçek İslam anlayışının koruyuculuğunu hep Türkler yapmıştır; günümüze kadar ve de günümüzde…

O devirde Bağdat’ta ve Samara’da Türk savaşçılarına komutanlık yapan ünlü beylerden birkaçı şunlar: Hakan, İnak, Afşın, Eşnas… Çok kutsal görevler yapmış olan Türk savaşçıları ve komutanları, bazı Arap ırkçıları tarafından eleştirilmişler ve eleştirmeye de devam  edilmektedirler. Türk askerine karşı onların niçin olumsuz tavır aldıklarını anlamak mümkün ama bizim insanlarımızdan bazı güdük akıllıların da o kahraman Türk savaşçılarını eleştirmelerini anlamak çok zor. Belki de çok kolay! 

 

Gerçek İslam anlayışını içten boğmak ve yok etmek isteyen Arap ve Acem ırkçılarının yanı sıra bazı çıkar çevreleri faaliyet içindeyken. Dıştan ise İslam adı altında sapık inançlı toplumların siyasi ve askeri baskıları varken. Ayrıca diğer dinlerden olanların, (özellikle Hıristiyan ve Yahudiler) yıkıcı faaliyetlere siyasi ve maddi desteği söz konusu iken... Böyle bir ortamda doğru İslam inancını ve de Peygamberimizin çizdiği ilahi yolu korumak ve de muhafaza etmek Türk savaşçılarına nasip olmuştur. Yok efendim asker sivil yönetime müdahale etmişmiş… Yok Türk savaşçılar zaten köle olarak gelmişmiş (bu da Arap ırkçıların iddiası!) Yönetime karıştıkları gibi istediklerini de halife yapmışlar, böyle olur muymuş… İyi ki olmuş!

O zamanda Türk savaşçılarının yaptıklarının doğruluğu konusunda az da olsa tereddüdü olanlar için bir hususu daha yazma gereğini duydum: Bilindiği gibi Peygamberimizin torunları devlet işine karışmamakla beraber İslam inancında olanlara sırayla imamlık (bir çeşit dini önderlik- inanç önderliği) yapmışlardır. Ta Emeviler zamanından beri böyle olmuştur. Türk Savaşçıları Bağdat’a geldikten sonra hele bir de Müslüman olmalarından sonra Peygamberimizin kanından gelenler hep Türk savaşçıların yanında yer almışlardır. Türkler Samara’ya yerleştiklerinde ise onlar da oraya gelmişlerdir. Mekke ve Medine tarafından kervanlarla gelen peygamberimizin torunları ve akrabaları hep Samara’ya gelmişlerdir. Peygamberimizin hangi torunu imam olmuşsa Türk savaşçıların yanında yer almıştır. Hele 11 nci imam Hasan, sürekli Samara’da ve Türklerin içinde yaşamıştır. İleride 12 nci imam olacak olan oğlu Muhammed Mehdi de Samara’da Türk ailelerin içinde doğmuştur. Diğer milletlerin içine hiç karışmayan İmam Hasan, sürekli olarak Türk askerleri ile yaşadığı için ona İmam Hasan El-askeri denmiştir… Peygamberimizin torunlarının bu davranışları, Türk savaşçılarının ne kadar doğru işler yaptığının açık ve net bir kanıtıdır…

Samara, evet Samara diyorduk! Bu kutsal kent yapılırken dahi sıradan bir kent değil ulvi bir yapılanma olarak ortaya çıkmıştır. Sivil yerleşim yerlerinin yanı sıra askeri kışlaları, yönetim binaları birer sanat eseridir. Ayrıca Muazzam camileri, ki altın kubbeli camii çok ünlüdür. Diğer dini yapıları, bunların da en ünlüsü ve de kutsal olanı, peygamberimizin torunu 11 nci İmam Hasan El-askeri’nin türbesidir… Sonuç olarak Samara, maddi ve manevi açıdan (özellikle biz Türkler için) kutsal bir tarihi kenttir.

Tarihler boyunca İslam’a ve Türk’e düşman olanlar Samara’ya da düşman olmuşlardır. Bu durum zamanımızda da böyledir. Irak işgal edildikten sonra, askeri veya terör olarak hiçbir gerekçe yokken en ağır şekilde bombalanan yer Samara’dır!  Hele 2006 yılının Mart ayında Irak’a yapılan en büyük ve en kapsamlı bombardıman, tarihi Türk kenti Samara’ya yapıldı. Samara’da ordu veya benzeri bir güç yoktu, herhangi bir terör tespiti de yoktu, öyleyse bu kadar ağır bombardıman niye yapıldı?!! Vurulan yani bombalanan yerler; Camiler, medreseler, tarihi diğer yapılar ve özellikle de İmam Hasan El-askeri’nin türbesi! Yapılan saldırılarla adeta Samara yok edilmek istenmiştir,. Niye?!! Samara kenti; gerçek İslam’ı koruyan Türk savaşçılarının damgası, mührü durumundadır. Samara sırf bu özelliğinden dolayı birilerine batıyor mu???!!!