GİRİŞ:
Şaban ayının 15. gününü 16. güne bağlayan gece, İslam âleminde ‘Berat Gecesi’ olarak değerlendirilir. Halk Arasında ‘Berat Kandili’ olarak anılmaktadır.
Berat kelimesinin aslı ‘Berâet’tir. Berâet, sözlükte ‘Bir borçtan, ceza veya sorumluluktan kurtulmak, temize çıkmak, uzak olmak, ilişkiyi kesmek’ şeklinde açıklanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim'de; suçsuzluk, kurtuluş belgesi (Kamer, 54/43) ve müşriklerle her türlü ilişkiyi kesme, onlardan uzak durma (Tevbe, 9/1) anlamlarında iki yerde berâet kelimesi geçmektedir. Hadislerde genellikle günahtan kurtulma, bir iş veya zümreden uzak durma anlamlarında kullanılmıştır.
Müslümanlarca mukaddes zaman dilimlerinden biri olan Berat Gecesi; Rahmet ve mağfiret gecesidir. Bu gece Mü'minlerin dualarının kabul, günahlarının affedildiğine inanılır. İbn Mâce’den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber, ‘Allah Teâlâ Şaban ayının 15. gecesi dünya semasında tecelli eder ve Kelb kabilesinin koyunlarının kıllarının sayısından daha fazla kişiyi bağışlar.’ Buyurmuştur. Yine İbn Mâce’den rivâyet edilen başka bir hadislerinde de; ‘Şaban'ın ortasında gece ibadet ediniz, gündüz oruç tutunuz. Allah o gece güneş batınca dünya semasına tecellî eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu Benden af isteyen affedeyim; yok mu Benden rızk isteyen vereyim; yok mu bir musibete uğrayan ona âfiyet vereyim. Der’ Buyurmuştur.
Bu geceye mahsus olmak üzere belirlenmiş ibadet yoktur. Hatta bazı âlimler; belli ibadet ve kutlama şekilleri ihdas edip âdet haline getirmenin dinde yeri bulunmadığını söylemişlerdir. Ancak, Hz. Peygamber'in bu geceye önem vererek ihya etmesi göz önünde bulundurulduğunda, namaz kılmak, Kur'ân okumak ve dua etmek suretiyle bu gecenin ihya edilmeye çalışılması, gündüzünde de oruç tutulması sevaba vesile olacaktır.
İslam’ın nimetlerinden yararlanabilmemiz için İslam’ı bilmemiz ve hükümlerini uygulamamız gerekiyor.
En son, en mükemmel din olan İslam bâzen eksik ve yanlış anlatılıyor. Çoğu zaman da pek çok kişi tarafından yanlış anlaşılıyor. Bu sebeple İslam’ın nimetlerinden yeterli ölçüde yararlanamayanların sayısı bir hayli fazladır.
Âdetâ her Müslüman’ın kendine göre bir İslam anlayışı, bir İslam yorumu var.
Özellikle idrak etmekte olduğumuz Berat Gecesi’nde, bu gecenin feyzinden yararlanacakların sayısının artmasına, karınca kararınca katkıda bulunabilmek maksadıyla İslam’ın temel bilgilerine giriş olarak bâzı tarifleri, İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Yakıt ile konuştuk.
Mübârek Berat Kandilinizi tebrik eder, iyi okumalar dilerim.
OĞUZ ÇETİNOĞLU
Oğuz Çetinoğlu: ‘İslam’ kelimesinin anlamından başlayabilir miyiz Hocam?
Prof. Dr. İsmail Yakıt: İslam kelimesi Arapçada ‘S-L-M’ kök harflerinden gelir. Bir başka ifâde ile ‘silm’ kökünden türemiştir. Bu kökten türeyen ‘İslâm’ kelimesi, tarih boyunca birçok anlam kazanmıştır. Bu anlamları dört madde halinde ele alabiliriz. Kur'ân bu dört anlamı da kullanmaktadır.
1- ‘Silm’ kökünün en eski anlamı ‘sert kaya’ demektir. Bir başka ifâdeyle ufalanmayan, parçalanmayan, kırılamayan sert kayanın adıdır. Allah'ın Kur'ân'ıyla indirdiği bu dine ‘İslâm’ adını vermesi elbette boşuna değildir. Bu dine niçin kök anlamı ‘sert kaya’ demek olan bir kelime ad olarak verildi? Semantik anlam bağı kurulduğunda bunun ne kadar yerinde olduğu görülecektir. Bir kaya niçin serttir? Bir kayanın sertliğinin iki sebebi vardır. Birincisi, içinde gözenekler, boşluklar ve muhtelif delik ve oyuklar yoksa o kaya serttir. Aksi takdirde süngerimsi bir yapıya sahip bir kaya her hangi bir dış darbeyle parçalanabilir. Boşluklar, oyuklar kayanın mukavemetini azaltır. İkincisi, alaşım halinde olmayan kayalar serttir. Yani, kaya, sertlik dereceleri farklı, mukavemetleri muhtelif elementlerden teşekkül etmemişse serttir. Aksi takdirde, her hangi bir etkide elementlerin ayrışmasıyla kaya sertliğini yitirir ve ufalanıp, parçalanır. İşte, Allah'ın bu dine ‘İslâm’ adını verirken, anlamını böyle bir kökten seçmesinin elbette hikmeti vardır. Olaya Kur'ân'ın bütünlüğü açısından baktığımızda bunu görmek mümkündür. İslâm, din konusunda, içinde bir takım boşluklar ve eksiklikler bulunduran bir din değildir ki, birileri gelsin onu zaman içinde doldursun veya tamamlasın. Ayrıca İslâm, din olarak alaşım halinde olan bir din değildir. Yani toplama bir din değildir. Bir başka ifâdeyle söylersek, ilkelerinin bir kısmı, Yahudilikten, bir kısmı Hıristiyanlıktan ve kısmı da çeşitli felsefî telakkilerden alınmış değildir ki, zaman içinde bunlar ayrıştırılıp, din parçalanıp, çökertilebilsin. İslâm katıksız, saf bir şekilde gönderilmiş evrensel ilâhî bir vahiydir. Bu vahiy, elbette geçmiş peygamberlere de şâmil olan bir vahiydir. Netice olarak, İslâm, tıpkı sert kaya gibi özünde bölünme ve parçalanma kabul etmeyen bir dindir.
2- İslâm kelimesinin kök anlamlarından ikincisi, halis olmak; öz, hülasa, arı, saf kelimeleriyle ifâde edebileceğimiz anlamıdır. İslâm bir özdür, bir hülasadır derken kastedilen anlam, bütün ilâhî vahiylerin özüdür demektir. Bu anlamda geçmiş peygamberlerin, adları farklı olsa da din olarak İslâm'ı getirdikleri anlaşılır. Bir başka ifâdeyle Allah, geçmiş peygamberlere hakikat olarak ne gönderdiyse aynı hakikati Hz. Peygamber'e de göndermiştir demektir. Önceki ilâhî dinlerde ilâhî vahyin ruhu ve özü kaybolduğundan İslâm, evrensel ilâhî vahyin özünün son defa tekrarıdır. Kur'ân bu hususu bilhassa vurgular..
3- İslâm kelimesinin kök anlamlarından olan ve en genel tanımını veren anlam: ‘sulh, barış, güven ve esenlik’ anlamıdır. Buna göre İslâm, barışın huzur ve güvenin adı olmaktadır. Kur'ân, baştan sona bu anlamı işler. Bu anlama göre; nerede kargaşa, bela, cidal ve huzursuzluk varsa orada İslâm yoktur. Şu halde günümüzdeki İslâm adına estirilen teröre cinayetlere ne demeli? Bunları işleyenlerin adları, amaçları ne olursa olsun, İslâm adına İslâm'a verdikleri zararın haddi hesabı yoktur. İslâm'ın yanlış tanıtılması, yanlış bir İslâm imajı yaratılması, ona yapılabilecek en büyük bühtandır. Kök anlamının içinde ‘barış’la beraber, kardeşlik, selamet ve huzur gibi anlamları bulunan bir din cinayete ve teröre nasıl onay verebilir? Bir gün bir Fransız bana Müslüman olmak istediğini ancak çok korktuğunu söyledi. Sebebini sorduğumda; ‘Gazetelere, televizyonlara ve dergilere baktığımda terör var, cinayet var. Hepsinin altından İslâm adı ve İslâmî bir örgüt çıkıyor. Ben Müslüman olursam acaba beni de bir yere cinayet için görevlendirirler mi? Bu gibi olaylar dinin bir gereği mi ki hep İslâm ismi kullanılıyor?’ diye cevap verdi. Bunun üzerine ben de kendisine; ‘bütün bunların siyasî ve başka amaçlı örgütler olduklarını, bazılarını atılı devletlerin, Avrupa'nın, Amerika'nın desteklediğini, bazılarının da Müslümanlar tarafından örgütlendiğini, bunlara bakarak İslâm'ı suçlamanın doğru olmayacağını, onların, İslâm’ı istismar etmekte olduklarını, aslında bu dinin temel anlamlarından birinin barış ve kardeşlik, güven ve emniyet olduğunu’ anlatmıştım. Nitekim Hz. Peygamber'in mümin ve Müslim tanımlarında da görüleceği gibi, bir kimsenin Müslümanlığı diğer insanların kendisine olan güveniyle ölçülüyor. Hadiste, ‘Elinden ve dilinden insanların emin olduğu kişi’ olarak tanımlanıyor. Terör ve cinayet şebekelerinin elinden ve dilinden kim emin olabilir?
4- İslâm kelimesinin dördüncü ve son anlamı, eski tabirlerle, taat, iz'an, inkiyad diye ifâde edilen, itaat, boyun eğme ve teslimiyet anlamıdır. Kur'ân'da sekiz yerde bu anlamda kullanılmıştır. ‘Muslimûn’ ve ‘Muslimîn’ olarak çoğul şeklinde 39 yerde geçer. Allah'a teslimiyeti ifâde etmektedir. Bu anlamda İslâm, aracıyı devreden çıkaran bir dindir. Din adamları, ruhban sınıfı, bir takım putlar ve hayali varlıklar Allah'la kul arasına giremez. Kul, sadece Allah'a teslim olarak ruhunu sonsuzluğa açar ve mutlak hürriyete kavuşur. Allah'tan başkasına teslim olan, yaratığa teslim olduğu için, teslimiyeti sınırlı ve geçicidir. Bu ise kulu köle yapar. Halbuki Allah sonsuz, sınırsız ve ölümsüz olduğu için O'na teslimiyet insanı ebediyen özgür yapar.
Çetinoğlu: Bu anlattıklarınızdan nasıl bir İslam tarifi çıkar?
Yakıt: Bu dört anlamı bir araya getirirsek şöyle bir tanım ortaya çıkar: ‘Tıpkı sert bir kaya gibi içinde boşluk ve alaşımı olmayan, bütün peygamberlere gönderilen evrensel ilâhî vahyin özünü oluşturan, beşeriyete güven ve barış içinde yaşamayı sağlayan ve sadece Allah'a teslimiyeti emrederek mensubunu gerçek özgürlüğüne kavuşturan dine İslâm denir.’ Bu tanım onun kendi kendine yeterli bir din olduğunu açıkça belirtir.
Çetinoğlu: ‘İman’ ve ‘mümin’ kelimelerini de açıklar mısınız?
Yakıt: ‘İman’ ve ‘mümin’ kavramları da Kur'ân'da ‘inanma’ ve ‘inanan’ anlamındadır. Buna paralel olarak yine Kur'ân'da mümin için ‘güven veren’ anlamı da mevcuttur. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın bir ismi de ‘Mümin’ yani ‘güven veren, emniyet veren’ demektir. Hz. Peygamber de mümin kelimesini hem dinî inanca sahip olan hem de kavramın sosyal boyutu olan ‘güven veren kişi’ anlamında kullanmıştır. Cibril hadisinde geçtiği biçimde, ilkin, Cebrail'in kendisine: ‘Bana imandan haber ver’ sorusuna Hz. Peygamber: ‘İman, Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe inanmandır.’ Şeklinde cevap vermiştir. Hz. Peygamber burada, bir Müslüman'ın Kur'ân'ın çerçevesini çizdiği boyutlar dâhilinde inanması gereken hususların beş ana başlık altında toplamaktadır.
Çetinoğlu: İnsanları ve hatta Cenab-ı Allah’ın bütün yarattıklarını ‘sevme ve dayanışma’ kavramı ile iman arasındaki ilişkiden söz eder misiniz?
Yakıt: Hz. Peygamber bir hadisinde mümini yine kavramın sosyal boyutuyla tanımlamıştır. Hz. Peygamber diyor ki: ‘Sizden kim, nefsi için sevdiği bir şeyi mümin kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olmaz.’ Her ne kadar bazı ulema bu hadisi tercüme ederken, ‘kâmil mümin’ değildir şeklinde metinde olmayan ‘kâmil’ kelimesini ilave etse de burada anlatılmak istenen farklıdır. Hz. Peygamber'in mümin tanımında tam bir sosyal uyum ve sosyal onay (=sosyalleşme) ilkesi, Müslümanlar arası dayanışma ve özveri prensibi yatmaktadır. Hz. Peygamber'in bu tanımına göre mümin, mümin kardeşini kendinden ayrı ve farklı görmeyecektir. Kendisi için arzu ettiğini onun için de arzu edecek, kendisi için istemediği bir şeyi onun için de istemeyecektir. Burada birbirine ‘güven telkin eden’ ve salih insanlardan oluşan huzurlu bir toplum hedeflendiği ortaya çıkmaktadır. Hırs ve şehvetin peşinden koşulduğu, ‘her şey benim olsun’ denildiği bir dünyada, araya bir takım aracılar sokarak ve bin bir yola başvurarak herkesin, mal ve mülkü kendisine mal etmeye çalıştığı bir ortamda, müminin bir diğer mümin kardeşini kendi nefsinden aziz ve değerli bilip ona ‘buyur’ edebilmesinin fert ve toplum açısından vereceği huzur ve faydanın büyüklüğünü acaba idrak edebiliyor muyuz?
Çetinoğlu: ‘Diğerkâmlık’ kavramı da İslamiyet’le ilgili mi?
Yakıt: Evet! Diğerkâmlığın toplumda yerleşmesiyle fertlerin kendi bencil duygularını kırmalarına da sebep teşkil edecektir. Sosyal yardımlaşma ve diğerkâmlık duygularından mahrum olan bencil kişiler, aynı zamanda içe kapanık marazî bir yapıya sahiptirler. Tavırları münferit olup sadece kendi çıkarları için uğraşırlar. Halbuki Hz. Peygamber, müminin bu nevi ruhsal hastalıklardan uzak, sosyalleşmiş, bir diğer ifadeyle Rabbi ve toplumu ile barışık ve uyumlu bir kişilik yapısına sahip olması gerektiğini vurgulamaktadır.
Çetinoğlu: ‘İslam’ ve ‘Müslim’ kavramları var…
Yakıt: İslâm kavramının kök anlamlarını açıklarken belirttiğimiz gibi, onun barış, güven, esenlik ve teslimiyet gibi anlamları mevcuttur. Özellikle Kur'ân literatüründe ‘Allah'a teslimiyeti’ ifâde eden bir kavramdır. Müslim de bu teslimiyeti nefsinde gerçekleştiren kişidir. Hz. Peygamber, kavramı bu doğrultuda ele almış, onu sosyal boyutu içinde değerlendirmiş ve ‘Müslim, diğer insanların elinden ve dilinden emin oldukları kişidir.’ Demiştir. Meşhur Cibril hadisinde Cebrail'in kendisine ‘Bana İslâm'dan haber ver’ sözü üzerine: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Elçisi olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, oruç tutman, zekât vermen ve şayet gücün olursa beyti tavaf etmendir (hac).’ Cevabını verir. Tarih boyunca Hz. Peygamber'in bu tanımı ‘İslâm'ın şartları’ olarak bilinmiştir.
Çetinoğlu: Bunları ‘Müslümanlığın alâmetleri’ olarak değerlendirenler de var.
Yakıt: Doğrudur. Aslında bunlar, İslâm'ın şartları değil, ancak Müslüman'ın alâmetleridirler. Hz. Peygamber'in ifâdesinden o anlaşılmaktadır. Bir başka hadiste geçen ‘buniye'l-İslâmu ala hamsin İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir’ tabirinde İslâm'ı ritüel anlamda diğer dinlerden ayıran özelliklere temas edilmektedir. Yani bir Müslüman bu beş özelliğiyle tanınır. Namaz kılan veya oruç tutan veyahut hac eden vs. birini gördüğümüzde onun Müslümanlardan olduğuna hükmederiz. Bu anlamda İslâm diğer dinlerden ayrılıyor. Çünkü bu beş özellik diğer dinlerde bu şekilde değildir. Bunlar, Müslüman’ın alâmetleridir. İslam’ın şartı değil. Öyle olsaydı ‘şurûtu’l İslam ala hamsin – İslam’ın şartı beştir’ buyururlardı.
Çetinoğlu: İslam’da ‘3 H Kuralı’nı açıklar mısınız?
Yakıt: Gerçek bir dinde olması gereken üç kural vardır. Bunlar, ‘Hak’, ‘Hayır’ ve ‘Hüsn’dür. Kısaca buna ‘3 H kuralı’ denir. Bunlar, kişinin düşünce ve fiillerinde olması gereken kurallardır. Hak'la doğruluk ve adaletin; Hayırla, insanlar arasında iyi ve yararlı olanın; Hüsn ile de insanlar arasında güzel ve estetik olanın gerçekleştirilmesidir.
Çetinoğlu: ‘Hak’, ‘Hayır’ ve ‘Hüsn’ kelimeleriyle kastedilen nedir?
Yakıt: Hak kelimesinin iki türlü karşılığı vardır. Biri Türkçemizde doğru ve doğruluk anlamında kullandığımız ‘hakikat’ karşılığıdır. Bunun zıttı ‘hata’dır. Kelimenin bir de adalet ve hukuk anlamına gelen karşılığı vardır. Onun zıttı da ‘zulüm’dür. İşte din, yani İslâm, ‘Hakkı gerçekleştirmek için gelmiştir.’ Dediğimizde; ‘İnsanlara hakikat yolunu göstermek ve zulmü de engellemek için gelmiştir.’ demek isteriz.
‘Hayır’, iyi ve yararlı olan anlamındadır. Zıttı ‘şer’dir. Şu halde din, insanlara iyiyi ve hayrı göstermek ve gerçekleştirmek, aynı zamanda şerri yasaklayıp, engel koymaktadır.
‘Hüsn’, güzel ve güzellik demektir. Zıttı ‘çirkin’ ve ‘çirkinlik’tir. Öyleyse din, insana güzel olanı tavsiye edecek, çirkin ve çirkinliklerden uzak durmasını öğütleyecektir.
İslâm'da uyulması ve yapılması istenen emir ve yasaklar, bu üç ana kural doğrultusunda ele alınmalıdır. Onlar doğru yani hak oldukları için emrediliyor, yapılmasında hayır ve yarar vardır. Yapılırken en güzel şekilde yapılmalıdır. İslâm, emir ve yasakları, insanın kendi özgür iradesiyle ve gönülden benimseyerek kabul etmesini ister. Zaten dindeki buyruklar insanın fiiline yapılan birer tekliftir. Bu teklifleri din, kişinin irade ve gönül beraberliğiyle kabul etmesi gereken teklifler olarak görür.
Çetinoğlu: ‘Akıl’ ve ‘İslam’ bağlantısından söz eder misiniz?
Yakıt: Kur'ân açısından insan akıllı ve mükellef yani sorumluluk sahibi bir varlıktır. Özgür iradesiyle hayrı ve şerri seçme kudretine maliktir. İnsan bu tercihinde daima hürdür. İnsan hayrı seçerse melek mertebesine çıkar, şerri seçerse şeytan mesabesine iner. Kur'ânî bir terim olan ‘ahsen-i takvim / en güzel kıvam’ akıldır. İnsan aklıyla ‘a'lâ-yı ılliyyin / yüceler yücesi’ne çıkabildiği gibi, ‘esfelü’s-sâfılîn’e / Cehennemin en alt tabakasına’ da inebilir.
Çetinoğlu: Din’in geliş sebebi hakkında neler söylersiniz?
Yakıt: Din, insanı olduğu gibi kabul eder. O, beşerî vasıfları düzeltmek için gelmiştir. Meselâ insan, akıllı varlıktır. İyi de düşünür kötü de düşünür. Kötü düşündün diye din aklını yok et demez. İyi düşünmeyi tavsiye eder. İnsanın gözü vardır. İnsan bununla bakılması gereken şeylere de bakar, bakılmaması gereken şeylere de bakar. Dini tabirlerle harama da bakar, helale da bakar. Harama baktın diye din; ‘gözünü kör et’ demez. Harama bakmamasını öğütler.
Çetinoğlu: O zaman Dindeki cezaî yaptırımların anlamı nedir?
Yakıt: İnsanların hepsi bir değildir. Kimi tebeşir gibi suyu içine çeker, özümser; kimi de cam gibidir, su üzerinde kalır, içine nüfuz etmez. İşte tebeşir misali insanlar dini vecibeleri nefislerinde hemen kabul ederler, cam örneğinde olanlara laf kifayet etmez. Onları ıslah için, cezaî müeyyide gerekir.
Din olaya şöyle bakar. İki insan var. Biri, emir ve yasaklara uyuyor. Meselâ, zina, hırsızlık, yetim hakkını yemek, kamu malını zimmetine geçirmek vs. gibi hususlardaki yasaklara aynen uyuyor, itaat ediyor. Diğeri ise, emri hiçe sayıp bunları yapıyor ve yapmaya devam ediyor. Bunları yapmayan bunu nasıl başarıyorsa, diğeri de başarabilir. Onun için cezalar konur. Bu cezalar, cemiyetin ahengini bozmamak içindir. Bir diğer ifadeyle suçluya verilen ceza toplumda suçu önlemek içindir. Allah'ın vereceği ceza da günah kirlerinden ruhu arındırmak içindir.
Çetinoğlu: ‘Tevhid ilkesi’ni açıklar mısınız?
Yakıt: Tevhid, ilke olarak vahye dayalı bütün ilâhî dinlerin temelini teşkil eder. Kur'ân'ın bütünlüğünde bunu kavramak mümkündür. Tevhid kelimesi, kelime olarak Kur'ân’da geçmez. Kur'ân'ın kabul ettiği teknik terim ‘Bir’ ve ‘Bir olan’ anlamında. ‘Ahad’ ve ‘Vâhid’ kelimeleridir. Tevhid kavramı, ‘Allah'ın Birliği’ni ifâde etmek için İslâm bilginleri tarafından ortaya konmuş teknik bir tabirdir.
Ünlü Kelamcı Cürcânî, ‘Ta'rifat’ adlı eserinde tevhid'i şöyle tanımlamaktadır: ‘Bir şeyin bir tane olduğuna hükmetmek ve onun bir olduğunu bilmektir.’ Istılahta ise, İlâhî Zât'ı, düşüncelerde tasavvur edilen, evham ve zihinlerde tahayyül edilen her şeyden tecrit etmektir. Üç şeyde olur; ‘Allah'ın rububiyetini / Tanrı'lığını-ilâhlığını bilmek, Bir'liğini ikrar etmek ve O'nu benzerlerinden tamamen nefyetmektir’ . Günümüzde bütün dinler arasında İslâm dini kadar tevhid ilkesine önem veren bir başka din daha yoktur.
Bu gün yeryüzünde hak-batıl, ilâhî ve beşerî kaynaklı pek çok din vardır. Bunların hepsi olmasa da birçoğu, evrensel olduklarını beyan etmektedir. Evrensel olduğunu iddia eden bir din, mensuplarının maddî-manevî bütün problemlerini çözümleyebilmeli, dünya ve ahirete ilişkin sorularına tatmin edici cevaplar verebilmelidir.
Çetinoğlu: Tevhid ve cihanşümul olma özelliği açısından İslam’ı diğer dinlerle ve yaygın bir inanç kültürü olan Budizm ile karşılaştırmanız mümkün mü?
Yakıt: Yahudilik, tevhid esasına oturur ama evrensel değildir. Millî bir dindir. Hıristiyanlık, evrenseldir ama tevhid üzerine oturmaz. Teslis'e inanır. Budizm de evrenseldir ama tevhid inancı yoktur. Nirvana dedikleri bir boşluğa inanırlar.
İslâmiyet hem evrensel hem de tevhid üzerine oturmuş bir dindir. İslâm'ın dışındaki dinlerde ve inanç kültürlerinde bu iki prensibi bir arada bulamayız. Bunun en güzel örneği, Kur'ân vahyinde bir surede toplanmıştır: İhlâs Suresi.
Çetinoğlu: Hocam çok teşekkür ederim. Bir başka röportajımızda konunun devamını konuşuruz inşallah
Prof. Dr. İSMAİL YAKIT: 1950 yılında Denizli'nin Tavas İlçesi Kızılcabölük Bucağı'nda dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde, liseyi Denizli'de bitirdi. 1970 yılında başladığı Yüksek tahsilini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde 1974 yılında tamamladı. Millî Eğitim Bakanlığının burslusu olarak Fransa'ya gönderildi. Paris’te Sorbonne Üniversitesi'nde 1974-1979 yıllarında Doktora yaptı. Doktora tez çalışmaları esnasında, 1976 yılında Sorbonne Üniversitesi'nde Mukayeseli Felsefeler Dalı'nda İhtisas Diploması aldı. 1976-1977 yıllarında Mısır’da Kahire üniversitelerinde araştırmalarda bulundu. Paris Tıp Fakültesi'nin Juvisy Dokümantasyon Merkezinde araştırmalar yaparak 1978 yılında ‘Anthropologie biologique sertifikası’ aldı. 1979'da İslam Felsefesi ve Mukayeseli Felsefeler dalında Sorbonne Üniversitesi'nde hazırladığı evrim teorileri üzerindeki Doktora tezini savunarak yurda döndü. 1980 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi İslamî İlimler (İlahiyat) Fakültesi'ne Dr. Asistan olarak göreve başladı. 1980-1981 yıllarında KKTC'nde yedek subay olarak askerlik yaptı 1982 yılında Yardımcı Doçent oldu. 1984 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Türk-İslam Düşüncesi Tarihi Anabilim Dalı'na naklen tayin oldu. Burada 1986 yılında Doçent oldu. İslam Felsefesi Profesörlüğü'ne yükseltildi ve 1993 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanlığı'na tayin edildi. 2003 yılına kadar üç dönem arka arkaya dekanlık yaptı. 1993-1999 yıllarında, Sosyal Bilimler Enstitüsü Kurucu Müdürlüğü görevini de yürüttü. 2010 yılı itibariyle İlahiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi ve Felsefe ve Din Bilimleri Bölüm Başkanı olarak görev yapmaktadır. Çok iyi derecede Fransızca ve Arapça bilen Prof. Dr. İsmail Yakıt'ın birçok yayını bulunmaktadır. Yayınlanmış kitaplarının sayısı 15'den; Mahallî ve Türkiye genelinde yayın yapan televizyonlarda katıldığı sohbet ve tartışma programlarının sayısı 30'dan; Atatürk, Din, Laiklik ve Cumhuriyet konularında asker ve sivillere verdiği konferansların sayısı 50'den, millî ve milletlerarası sempozyum, kongre ve panel gibi katıldığı ilmî toplantıların sayısı 100'den; Yurtiçi ve Yurtdışında ilmî ve kültürel konularda verdiği konferansların sayısı 500'den fazladır. Hâlen Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde Bilim tarihi ve Felsefesi Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapmaktadır. Çalışmalarının bir kısmı İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Arapça, Almanca ve Japoncaya çevrilmiştir. YAYINLANMIŞ KİTAPLARI: 1-Atatürk ve Din : Ötüken Neşriyat, İstanbul- 2006. 2- Kur’an’ı Anlamak: Ötüken, 2003. 3- Türk-İslâm Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme : Ötüken, 2003. 4- Hz. Peygamber’i Anlamak : Ötüken, 2003. 5- l'Attitude du Christianisme et de l'Islam en Face du Darwinisme. (Positions Exégétiques)-Etudes Comparées-Paris-IV : Sorbonne Üniversitesi'nde hazırlanmış ve savunulmuş Doktora Tezi: Paris, 1979. Gerekli ilave ve düzeltmelerden sonra l'Origine et l'Evolution de l'Homme Selon le Darwinisme, la Bible et le Coran adıyla yayındadır. 6- Ihvân-ı Safâ Felsefesinde Bilgi Problemi : İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1992. 7- Batı Düşüncesi ve Mevlâna : Ötüken, 2000. 8- İslam’da Bilim Tarihi : Isparta, 2002. 9- Arşiv Belgeleri Işığında Kızılcabölük : Isparta, 2002. 10- Yunus Emre’de Sembolizm / Çıktım Erik Dalına : T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002. 11- Türk-İslam Düşüncesi Üzerine Araştırmalar : Ötüken Neşriyat, 2002. 12- Osmanlı Araştırmaları : Isparta, 2002. 13- İslam’da Bilim Tarihi : Ötüken, 2002, 14- İslam’ı Anlamak : Ötüken, 2005. 15- Yakut’tan Tarihler : Ötüken, 2009, 16- Zaman Değirmeni : Ötüken, 2009, 17- Tıp Felsefesi ve Etiği Üzerine : Ötüken, 2010 BASKIYA HAZIR KİTAPLARI: 1- Atatürk ve MillÎ Haysiyet, 2- Evrim ve İslam. TERCÜME ETTİĞİ KİTAPLAR |
1- İbn Sînâ Felsefesi ve Ortaçağ Avrupa’sındaki Etkileri: (Prof.Dr.A.-M. Goichon'dan): Ötüken, 2000. 2- İbn el -Arabî ve Fahreddin el-Râzî'nin Düşüncesinde İlâhî "BEN" ile Beşerî "BEN" (Prof. Dr. R. Arnaldez'den): İstanbul, 1985.