Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Hasan Ali Yücel

Millî Eğitim eski Bakanlarından Hasan Ali Yücel, 26 Şubat 1961 târihinde İstanbul’da vefat eti. Doğumu: İstanbul, 16 Aralık 1897.

Siyâsî görüşlerine karşı çıkanlar, O’nun Türk Kültürü’ne hizmet ettiğini kabul ederler. İçlerinde sol görüşlere uygun eserler olsa bile, Şark İslâm ve Dünya Klâsikleri’nin dilimize çevrilip yayınlanmasını sağladı. Millî Eğitim Bakanı olarak liselerde Osmanlıca dersleri okutulmasına taraftardı. Kamuoyundan dikkatle gizliyor olmasına rağmen çok mükemmel Kur’an-ı Kerim okuduğu söylenip yazılır. 

 

İki Hasan Ali Yücel

Hasan Ali Yücel, Millî Eğitim Bakanlığı yaptığı dönemlerde, Türk Kültürü’ne ve millî eğitimine, ihânet ölçüsündeki olumsuz etkileri ile tanınır. Komünistleri korumuş, yazı, roman ve hikâyeleri ile Türk ahlâkını yozlaştırmaya çalışanları devlet imkânlarıyla desteklemiştir. O, sol fikirlerin karşısında bulunan herkesi,  her gücü yaylım ateşine tutmayı, politikasının temel amacı olarak kabul etmiş bir kişi olarak tanınır.

Millî Eğitim Bakanlığı’ndan ayrıldıktan ve Cumhuriyet Halk Partisi’nden istifa ettikten sonra bir müddet inzivaya çekildi.  Hasan Ali Yücel’i, bir müddet sonra verimli bir yazı hayatının içerisinde görüyoruz. Günlük gazetelere, aylık ve haftalık kültür dergilerine yazdığı yazılarda, bakanlık dönemindeki çalışmalarına taban tabana zıt olan bir hizmet dönemini başlattı. Bu dönem Hasan Ali Yücel için bir kimlik arayışından çok, kendi kimliğine dönüş yollarının arayışı olarak değerlendirilebilir.

Bir yazısında: “Otuz beş ile elli beş yaşları arasında geçen politika hayatı süresince, hakkımda verilen hükümler sebebiyle, kendimi doğru olarak tanıtmak ihtiyacını hissediyorum.”  Diyordu. “İnsan kaderinde tahammül edilmesi en güç olan şey, anlaşılmamak, daha da kötüsü yanlış anlaşılmaktır.” Cümlesi, O’nun politika dışında ayrı bir şahsiyetinin olduğunu ortaya koyuyor.

Hasan Ali Yücel’in çocukluk ve gençlik dönemi, Türk Milleti’nin geleceğinin şekillendirildiği hareketli, endişeli yıllarla iç içedir. İkinci Meşrutiyet’in ilânı, Balkan Savaşı mağlubiyeti,  31 Mart Vakası,  Birinci Dünya Savaşı,  ardından Çanakkale Zaferi,  Ziya Gökalp ve diğer fikir adamlarının isimleri etrafında oluşan gruplaşmalar, yaşadığı önemli olaylardan birkaçıdır.

Osmanlılık  ve   İslâm Birliği  fikirlerinin tartışıldığı günlerde O, kendi kendisine sorar: ‘Osmanlıyız. Tamam. Müslümanız. O da tamam. Fakat Arnavutlar, Boşnaklar, Araplar da Osmanlı ve Müslüman… Onlar; Arnavut’um, Arap’ım diyebiliyorlar. Bizim de ne olduğumuzu açıkça belirtmemiz gerekir.’ 

Bu arayış içerisinde iken, nasıl olur bilinmez, yolu Türk Ocağı’na uğrar. Orada; Hamdullah Suphi Tanrıöver, Necip Âsım Yazıksız,  Mehmet Emin Yurdakul,Yusuf Akçura, Hâlide Edip Adıvar, Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp ve Ahmet Hikmet Müftüoğlu  ile karşılaşır. Fikir yapısı onların sohbetleriyle oluşur ve şahsiyeti şekillenir.

Üç Mayıs 1944 Türkçülük Dâvası’nın mağdurlarından Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan, Hasan Ali Yücel ile lise sıralarında iken tanıştığını ve milliyetçi fikirlere sâhip olduğunu söyler.

Hasan Ali Yücel,  bakanlıktan ve siyasetten ayrıldıktan sonra ilk gittiği şehir Konya’dır. Alâeddin Câmi’ne yolu düşer. Orada gördüklerini, dönemin Millî Eğitim Bakanı’na, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ve Vilâyet’e gönderdiği mektuplarla nakleder. O mektuplarda şöyle feryat etmektedir:

‘Caminin yanında küçük bir türbe var. Orayı da ziyâret ettim. Aman Allah’ım, bir de ne göreyim? Burası, Ayastefanos  veya Sevr sözleşmelerini imzalayan insanların türbesi mi? Hayır! Burada Haçlılara karşı Türklüğü ve Müslümanlığı koruyan Sultan İkinci Kılıç Arslan, Anadolu’da Türk birliğini kuran Sultan Alâeddin Keykubat yatıyor.  Onları nasıl olur da böyle bir yerde yatırırız? Dahası var: Selçuk devrinden kalma tezhipli, nefis yazılı Kur’an-ı Kerim cüzleri de tozlar içerisinde.’

Bir başka yazısında,  gazetede Doğu Türkistan ile ilgili bir yazıyı gözyaşları içerisinde okuduğunu anlatır ve şöyle der:  ‘Biz Türk olduğumuz halde, milletimizin adını taşıyan bu insanlara ilgisizliğimiz affedilir gibi değildir. Ne olursa olsun, esir düşmüş bu sekiz milyon Türk için medenî dünyaya seslenmeliyiz. Bunu yapmak, milliyetçi teşekküllere düşen bir vazifedir.’

Hasan Ali Yücel’in,  Türk – İslâm Kültürü’nü özümsediğinin göstergesi olan şu sözleri de dikkat çekicidir: ‘Ne Mutlu Türküm Diyene sözünü,  Elhamdülillah Müslüman’ım  sözünün yerine konulması gerektiğini  söyleyen şaşkınlar çıkmamış değildir. Fakat bu anlayış, tamamiyle yanlıştır. Müslüman oluşumuza hamd ettikten sonra, hiçbir şey söylemez, hatta bununla beraber Türklüğümüzü göğsümüzü gere gere bağırmaz  isek, ne Müslümanlığımız kalır, ne Türklüğümüz. Bizim gibi, dînini, milliyetinin de parçası bilen memleket evlâtlarının yazılarını din dışı bulanlar iyi bilsinler ki, içinde yaşadığımız asırda, millî benlikten kopmuş  toplumların hayat ve medeniyet hakları yoktur.

Hasan Âli Yücel’den bir güfte:

Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz?
Aşkın beni sermest ediyorken keder olmaz.
Ölsem de senin uğruna cânım heder olmaz,
Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz?

Dalgın ve ilâhî, eriten bir bakışın var.
Bir anda bütün rûhumu, birden yakışın var.
Karşımda periler gibi nâzân bakışın var.
Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz?