Saygıdeğer okuyucular, sevgili gençler; serüven denilince aklınıza hemen, seyrettiğiniz yabancı filmler, çizgi filmler, romanlar ve hikâyeler gelmekte. Ne yazık ki bu böyle. Çünkü sürekli olarak ta ana okulu yaşından tutun da yetişkinlerimize kadar, her yaşa uygun olarak yabancı serüven masalları adeta ezberletilmekte.
Oysa bunların büyük bir çoğunluğu tamamen uydurma. Gerçek olanlar ise bize aksettirildiği gibi değil; pek çok değişikliğe uğramış, çıkarmalar yapılmış ve de pek çok ilaveler yapılarak dünyaya sunulmuştur. Diyeceksiniz ki bunun neresi kötü? Bir kere çoğu uydurma yani yalan. Gerçek olanlar da değiştirilmiş ve ilave edilmiş durumda. Bu uydurma ve çıkarıp eklemelerle; Haçlı zihniyeti iyi gösterilmekte, haksız yere övülmekte, kötü yönleri kapatılmakta dahası bizler kötülenmekte ve aşağılanmaktayız. Bütün bunlar bazen açıktan açığa yapıldığı gibi, çoğu kere de psikolojik savaş yöntemleri kullanılarak, bizim insanlarımıza ve çocuklarımıza çaktırmadan bilinçaltımıza işlenmektedir. Ha! Onlar kendilerince, kendi saldırılarını yapmaktalar.
Pekiyi biz ne yapıyoruz? Çok rahatsız edici bir aymazlık içindeyiz. Bunda suçlu ne halkımız ne de çocuklarımız, suçlu bu milleti yönetenler. Şimdi böyle dedim diye bazı şipşak akıllılar siyaset yaptığım gibi bir kanıya varıverirler, hemen! Benin amacım herhangi bir siyasi partiyi veya görüşü yermek ya da övmek değil. Ta Osmanlı Devletinin son zamanlarında başlayan bu aymazlık, Cumhuriyetle birlikte uyanıklığa dönüşmüş ise de 1938 den sonra aynı aymazlığa, ne yazık ki geri dönülmüştür.
Onların tarihlerinde, aslında bin yıl geriye gidildiğinde tarihleri bile yoktur, öyle çok ve gerçek serüven yoktur. Olanları da barbarlık ve insanlık dışı örneklerle dolu, utananlar için utanç verici olaylarla dolu serüvenlerdir. Bizim tarihimizdeki serüvenler, binlerce yıl gerilere gidilerek göz önüne alındığında; hem sayı bakımından çok fazladır hem de gerçek anlamda iyi, doğru ve güzelliklerle doludur. Bizim yazarlarımız, çizerlerimiz, film yapımcılarımız ne ile meşgul olurlar? Aslında nelerle meşgul oldukları malum!.. Devlet neden bu kültür değerlerimizin çocuklarımıza öğretilmesi için yeterince çaba göstermez? İnşallah gösterir!..
Eh, konuyla ilgili olarak bu kadar serzenişte bulunduktan sonra; şimdi size tamamen doğru olan gerçekten ilginç bir serüveni kısaca, hatta çok kısaca özetlemek istiyorum. Bakın bakalım bizim atalarımızın serüveni nasıl!
Üç yıldan fazla süren söz konusu serüveni özetlemeden önce, bunları yaşayan kişiyi biraz tanımalısınız. Şimdi sadece ismini versem, belki bazılarınız adını duymuştur ama eh işte! Eveeet, kahramanımız SEYDİ ALİ REİS. Dikkat ederseniz unvanını yazmadım, o kadar çok çeşitli görevlerde bulunmuş, o kadar çok unvan almış ki… Aslen Sinoplu bir ailenin çocuğudur. 1498 yılında doğmuş 1562 yılında ölmüştür. Dedesi Tersane Kethüdalığı yapmış. Babası Hüseyin Ağa da kethüdalık yapmış. Böyle dede ve babası olan Seydi Ali daha küçüklüğünden itibaren çok iyi yetiştirilmiş, tahsil almış… Daha gençliğinde tersanede reislik görevi almış. Kısa zamanda göze batan Reis Barbaros Hayrettin Paşa’nın yanına gönderilmiş. Paşanın yanında yetişen Reis Preveze Deniz Savaşında Osmanlı donanmasının sol kanadına komuta etmiş ve çok başarılı olmuştur. Trablusgarp’ın fethedilmesi yıllarında Sinan Paşa ve Turgut Reis’in emrinde çalışmış. (1551) O yıllarda Basra’da atıl durumda olan 15 parçalık Osmanlı gemileri Süveyş’e getirilecektir. O gemilerin orada bulunuşu, Hint okyanusu ve çevresindeki Müslüman halkı ve Müslüman tüccarları Haçlılardan korumaktır. Haçlıların o yöredeki maşaları, zamanın büyük deniz güçlerinden olan Portekizliler’dir. Padişah, Seydi Ali Reis’i Hint Kaptanlığına atar. Hint kaptanlığı demek: Hint Okyanusu, Umman Denizi, Kızıldeniz ve Basra körfezi Amirali anlamındadır. Ve Padişah, Seydi Ali Reis’e Basra’daki 15 gemiyi Süveyş’e getirmesi emrini verdi. Veeeee! İşte serüven böylece başlamış oldu…
Seydi Ali Reis, gereken hazırlıkları yaptıktan sonra hemen harekete geçti. Basra’ya vardığında gemilerin harap halini görünce onlarla yola çıkılamayacağını anladı ve hemen tamirat işlerini başlattı. Çalışmalar sırasında sadece denetlemek ve emir vermekle yetinmedi bizzat kendisi de çalıştı. İşler bittiğinde seyahat için uygun bir zaman değildi. O günün koşullarında uygun deniz mevsimi gelinceye kadar beş ay bekledi.
Sonunda, 1554 yılında 15 gemisiyle Basra’dan ayrıldı. Tam Süveyş’e doğru yol alırken, Horfakan şehrinin açıklarında 25 gemilik bir Portekiz donanmasıyla karşılaştı. Kendilerinde sayıca az olan Türk gemilerini gören Portekizliler hemen saldırıya geçerler. Barbaros ve Turgut Reis gibi deniz bozkurtlarının yanında yetişmiş olan Seydi Ali Reis, ustaca manevralarla Portekizllieri zor durumlara sokar. Ve savaş iyiden iyiye kızıştığında, Osmanlı leventleri Portekizlilerin bir gemisini punduna getirip batırırlar. Zaten gözleri korkmuş olan düşman, gemilerinin batırılışını da görünce hemen oradan uzaklaşırlar, yani kaçarlar.
Reis’in görevi 15 gemiyi Süveyş’e götürmektir dolayısıyla Portekizlileri takibe kalkışmadan yoluna devam eder. Eder ama! Portekizliler sadece 15 gemilik bir Türk filosuna yenilmeyi hazmedemezler ve diğer gemilerini yardıma çağırırlar. O dar zamanda ancak 34 Portekiz gemisi toplanmıştır. Hepsi birlikte Reis’in peşine düşerler.
Maskat yakınlarında Portekiz donanması Türk filosunu yakalar ve hemen saldırıya geçer. 15 gemilik bir filo ile, çoğu yelkenli büyük gemi olan 34 parçalık Portekiz donanmasına karşı koymak intihar gibidir. Ama diğer taraftan da o 15 gemilik filonun komutanı Seydi Ali Reistir! Güney Arabistan sahillerinde dağların denize dimdik inmesini dikkate alan Reis; gemilerini o dik yamaçlarla Portekiz donanmasının arasında ama sahile daha yakın bir şekilde konuşlandırır… Savaş başladığında Portekizlileri bir sürpriz bekliyordu. Sarp ve yüksek dağlar denize doğru belli bir mesafeye kadar rüzgârı kesmekteydi. Portekizlilerin büyük yelkenli savaş gemileri belli bir yere kadar geldikten sonra rüzgar alamadığı için tamamen hareketsiz kalmaktaydı!.. Böylece savaş eşit kuvvetler arasında olacaktı, çünkü Portekizlilerin kürekli savaş gemilerinin sayısı 15 den biraz fazlaydı. Çarpışma çok şiddetli geçiyordu, leventler deniz kurdu gibi saldırmaktaydı. Elbette Portekizliler de amansız saldırıyorlardı… Ve Portekizlilerin 6 gemisi battı, Osmanlı filosundan da 5 gemi battı bir gemi yandı. Portakizliler yine savaşı yarıda bırakarak çekip gittiler. Ama bu gidişin daha çok gemi ile geri dönmek anlamına geldiği artık bilinir olmuştu… (1554)
Reis hiç beklemedi kalan 9 gemisiyle yola koyuldu… Zufar Limanının yakınından geçilerek Şihr şehrinin hizasına gelindiğinde müthiş bir fırtına kopar! Fil Tufanı veya Tufan-ı Fil denilen bu fırtına çok tehlikeliydi. Gemiler, oyuncak kâğıt kayıklar gibiydi, sürekli çalkalanan denizde her an gemiler alabora olabilecek gibi sallanmaktadır. Fırtınanın şiddetinden ve devasa dalgalardan savurduğu sulardan dolayı göz gözü göremez durumdadır. Böylesi zorlu koşullarda bile leventler gemilerin batmaması için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Hepsi de, sudan ve terden sırılsıklam haldedir… Fırtına yerden yukarı veya gökten yere değil, bir yandan bir yana doğru olur. Gemilerin batması önlense de fırtınayla sürüklenmeleri önlenemezdi. Gemiler filo halinde fırtına tarafından aynı yöne yani doğuya doğru hızla götürülmekteydi… Ve sonunda Hindistan kıyılarına sürüklendiler. Hindistan’da Gücerat Sultanlığının Demen Kalesi önünde 3 gemi karaya oturdu. Geriye kalan 6 gemideki top ve levazımı orada bırakan Seydi Ali Reis, doğruca gidip Surat Limanına girdi. Bu arada Portekiz donanması, kendilerini iki kere yenen hem de kendilerinkinden az bir kuvvetle yenen Türk amiralini bulmak için her tarafı kolaçan ediyorlardı.
Reis limandan karaya çıktı. Buradan hemen Gücerat’ın başkenti Ahmedabad’a gitti. Gitti çünkü eldeki 6 gemi fırtınada çok hırpalanmıştı, o gemilerle Süveyş’e dönülemezdi. Haşat olan 6 gemiyi satıp karadan İstanbul’a dönmeye karar verdi. Gücerat’taki Müslüman halka kendilerini tanıttıklarında, halkın ileri gelenleri; “Umudumuz Gücerat Vilayeti Osmanlı Ülkesine katılsın ve Hint limanları düşmanların elinden alınsın.” İsteğinde bulunurlar. Gücerat eyaletini Sultanı Ahmet Han Reisi çok iyi karşıladı, iltifat etti ve her türlü ikramdan geri kalmadı… Seydi Ali Reis Gücerat’ta adamlarını serbest bıraktı, kendisinin yanında kalmak isteyenin kalabileceğini, kalmak istemeyenin de istediğini yapabileceğini söyledi. Bunun üzerine bazı denizciler Gücerat Sultanı Ahmet Han’ın emrine girdiler. Bir kısmı memleketlerine dönmek için harekete geçti, reis onlara da yardımcı oldu. Reis kendi deyimiyle ‘işe yarar’ 50 kişiyle kaldı. Bu arada Portekizliler Reisin peşini bırakmamışlardı. Nerede olduğunu öğrenmişler ve hemen bir elçi gurubunu Sultan Ahmet Han’a yollamışlardı. Elçilerin başı durumundaki Portekizli, tam bir Haçlı küstahlığıyla Ahmet Han’dan Seydi Ali Reisi kendilerine vermesini isterler. Görüşme sırasında Reis de oradadır! Sultan Ahmet kesin bir dille; “Biz Osmanlı Padişahına muhtacız, hem o bir İslam Padişahı. Onun kaptanını bizden istemeniz bile densizliktir.” Haçlıların kibirli tavırlarını gözlemekte olan Reis öfkelenir ve:
“Bre Mel’un! Beni kırık dökük az bir gemi ile buldunuz. İnşallah’u Rahman, yakın zamanda alemin sığınağı Padişah hazretlerinin sayesinde, Hürmüz değil, Diu, belki de Kuvva dahi size kalmayacak.”
Haçlı elçisi:
“Hint Okyanusundan kimseyi geçirmeyiz, kuş uçurtmayız.”
Reis daha da öfkelendi:
“Bre kâfir, deniz yoluyla gitmek gerekli değildir. Allah nasip ederse karadan gitmek bana daha kolaydır.”
Reis artık orada kalmak istemez, aslında çok bile kalmıştır. Bunu anlayan Sultan Ahmet Han, Buruc vilayetini Seydi Ali Reis’e teklif eder ama o kabul etmez ve:
“Gücerat Eyaletinin tamamını verseniz durmam mümkün değil.” Der.
Sultan Ahmet Han’ın rakipleri vardır ve ayrıca komşu eyaletlerin sultanlarıyla sorunları vardır. Reis ve Adamlarının orada kalmaları Ahmet Han için bir güç birliği anlamına gelmektedir bundan ötürü kalmalarını istemektedir.
Reis acilen hazırlıklarını tamamlar, adamlarını da yanına alarak yola koyulur.
Yola çıkarken yanlarına ‘bat’ denilen kılavuzlardan alırlar. Yolları uzundur, ormanlıktır ve nice tehlikelerle doludur. Gündüz hem yol alırlar hem de rastgele avlanırlar. Geceleri ise nöbetleşe uyurlar. Büyük ağaçlarla kaplı sık ormanlardan geçerler. Oralarda devasa yarasalar, türlü çeşitli papağanlar… Daha nice, hiç görmedikleri hayvan ve bitkilerle karşılaşırlar. (bunların hepsi Reis tarafından not edilmiş)
İlk vardıkları yer Sind memleketinin baş kenti Multan’dır. Burada hemen şunu hatırlatmalıyım; daha başlarda özetin özetini yazdığımı belirtmiştim ya, öyle hemen pat diye Yeni Delhi’ye varılmıyor! Durumun birazcık da olsa anlaşılması için size Seydi Ali Reis’in notlarından çok kısa bir bölüm vereyim:
Mübarek Rebiülevvel ayında yola çıkıp, Rajput şehirlerinden Parkin'e vardık. Kafir üzerimize hücum edince, beylerinin mektubunu gösterip, hediye verdikten sonra yolda Rajput kafirlerine karşı dikkatlı olmamızı tembih ettiler. Ertesi gün yola çıktık. Birgün, sabah vakti ansızın karşıdan Rajput geliyor, diye bir gürültü koptu. Hemen develeri etrafımıza çöktürttük ve her taraftan tüfekleri çıkarttık. Kafirler tüfekleri görünce, adam gönderip vergi istediler. "Bizim yükümüz ilaç ve boncuktur. Onun da vergisini, gönderdik, eğer yine istiyorsanız gönderelim" dedikten sonra onlarda dönüp bir tarafa çekildiler. Biz de yolumuza devam ettik.
Pekiyi, o zamanda, serüvenin geçtiği yerlerdeki siyasi karmaşayı biliyor musunuz? Sanırım bilmiyorsunuz. Yine Seydi Ali Reis’in kaleminden çok küçük bir bölüm:
Sind eyaletinin payitahtı olan Tutte'de sultan olan İsa Turhan Şah, Hasan Mirza'nın işe yarar adamlarını öldürdü ve Nusredabad kalesinde olan hazinesini askere dağıttı. Şah Hasan Mirza'da Bekr'den Sultan Mahmut'u karadaki askere serdar tayin ederek kendisi dörtyüz parça gemi ile denizden Mir İsa'nın üzerine geldi. Orada bizim geldiğimizi haber alınca adam gönderdi. Bizi hürmetle karşıladı ve görüşme yaptık. Ona hediye arzedince, bu acize hürmet, ikram ettiler ve adımızı gayb ordusu koydular.
Bunları okuyunca sanırım kendinizi biraz daha gerçek serüvenin içinde hissettin
Orada fazla eğleşmezler, yollarına devam ederek Lahor’a varırlar. Bu şehirde de fazla kalmazlar, gerekli ihtiyaçlarını tamamladıktan sonra yola koyulurlar… Günlerce yolculuktan sonra Yen Delhi’ye varırlar. Artık bir başka Türk devlerine gelmişlerdir. Reis hiç zaman kaybetmeden Timur oğullarından Humayun Şah’ın huzuruna çıkar. (1555)
Seydi Ali Reis ve arkadaşları orada bir yıl kalırlar bu bir yıl içinde (ki devletler için çok kısa bir zaman sayılır) çeşitli siyasi entrikalar, savaşlar, ölümlerle karşılaşırlar… Bütün bunların yanı sıra nice güzellikler görürler hatta bazı olaylara katılırlar, dahası bazı olayların oluşumuna bizzat sebep olurlar… Bu arada Reis sürekli yazmaktadır. Hem bilimce yazmakta, hem serüveni yazmaktadır. Reis’in şairliği de vardır, ‘Seydi’ lakabıyla şiirler ve gazeller yazmıştır. Ayrıca kendisi çok iyi yetişmiş bir devlet adamı olduğu için hem gittiği yerlerdeki siyasi olaylara yön verilmesinde etkisi olmuş hem de bir Osmanlı büyükelçisi gibi davranmıştır. Reis ve arkadaşlarının bu denli faal olmaları Humayun Şah’ın destek ve koruması sayesindedir.
Bir yıl sonra Humayun Şah ölür. (1556) Seydi Ali Reis ve adamları önce Kâbil’e oradan Semerkant, Buhara ve Meşhet şehirlerine giderler. Yine nice maceralar sonunda vardıkları bu şehirlerin hükümdarları ve yöneticileri ile görüşürler. Buhara’da Seyyid Burhan (düşmanları tarafından sürekli tehdit altındadır) Reis’e; “Dünya ahret atam ol. Bu vilayet saadetli Padişah’ındır. Sen Buhara’da otur ben Karakul’da olayım.” Teklifinde bulunur. Reis söyle der: “Şayet bütün Mevaraü’n Nehri bana verseniz burada kalamam. Ama senin durumunu İnşallah devlet kapısına arz ederim.”
İstanbul’a dönerken İran’da Meşhet Valisi tarafından tutuklandılar. Sonra serbest bırakıldılar ana gözetim altında Şah I Tahmaps’a gönderildiler. Orada da bir süre gözaltında tutulduktan sonra Anadolu’ya gitmelerine izin verildi. Reis, Şah’ın Padişah’a yazdığı bir mektubu da alarak Kazvin’den ayrıldı. (1557) Aynı yıl Bağdat’a ulaştılar. Böylece Basra’dan çıkıştan 3 yıl 7 ay sonra tekrar Osmanlı ülkesine dönmüş oldular.
Reis, 1557 Mayıs ayının ilk haftasında İstanbul’a vardı. Ve hemen Edirne’de bulunan Padişah’ın yanına gitti. 15 parça gemiyi Süveyş’e getiremediği için Padişahtan özür diledi. Dolaştığı yerleri anlattı. Görüştüğü hükümdarların verdiği 18 nameyi Padişah’a sundu.
Seydi Ali Reis Osmanlı yönetimi tarafından suçlu olarak görülmedi. Önce müteferrika yapıldı sonra Diyarbakır Tımar Defterine tayin edildi… Bir süre Şehzade Selim’in hizmetinde çalıştı… Galata Hassa gemi reislerinden biri oldu. (1560) Sonraki görev ve makamları bilinmemektedir…
1562 yılında hakkın rahmetine kavuştu.
Seydi Ali Reis, sadece bir denizci değil o aynı zamanda bir bilim adamıydı, şairdi, seyahatname yazan bir gezgindi… Eserlerinden ikisi çok ünlüdür. Hani hep seyahatname yazarı seyyah olarak Evliya Çelebi bilinir. Oysa; Evliya Çelebi ‘Seyahatname’sini 1635 yılında kaleme almıştır. Seydi Ali Reis ‘Mir’at-ül Memalik’ (ülkelerin aynası) adını verdiği seyahatnamesini 1554 yılında kaleme almıştır. Hem söz konusu eserde;tarih ve coğrafya bilgileri bakımından çok önemli bir eserdir. Reis’in diğer ünlü eseri ise ‘Muhit’ adını taşımakta. Bu kitabında; matematik, astronomi, coğrafya ve denizcilik konuları içeren yine çok önemli bir bilim kitabıdır.
NOT: Her iki kitap başlıca batı dillerine çevrilmiştir. Biz Türkler atalarımızın yazdıklarından bile haberimiz yok!!!
Şimdi, başınızı iki elinizin arasına alın ve sakince düşünün; size her gün seyrettirilen, okutulan, gösterilen uyduruk hikayeler mi serüven, yoksa bu gerçek yaşanılmış muhteşem üç yıl yedi ay mı?..
****************************************************************