Irak’ta kelimenin tam anlamıyla bir cinnet yaşanmaktadır. Olup bitenleri akılla, sağduyu ile, vicdanla, dinle veya imanla izah edebilmek pek mümkün değildir. İnsanlar, ne yaptıklarının farkında değildirler. Ortada sağa sola savrulmuş cesetler ve oluk oluk akan kan vardır. Belki istenilen de budur. Ancak, kanı akanın da, kan akıtanın da Müslüman olması, doğrusu insanın kanını dondurmaktadır. Kan akıtılmasını isteyenlerin, kan gölünde boğulmadıkça kana doyacaklarını düşünmek biraz zordur.
Ancak, insanlık tarihi, haksız yere akıtılan kanların, eninde sonunda kan akıtanların kanlarıyla bir şekilde aynı yere aktığını göstermektedir. Müslümanların bir an önce akıllarını başlarına toplayıp, bu işe dur demeleri, masum insanların kanlarının şiddeti ve terörü beslemek üzere toprağa akmasını engellemeleri gerekmektedir. Bu aklın gereğidir; bu dinin gereğidir; daha da ötesi bu insan olmanın beraberinde gelen bir tür zorunluluktur.
Irak’taki cinnet trajedisinin adı mezhep çatışmasıdır. Öldürülenlerin önemli bir kısmı, Şii ya da Sünni oldukları için, Şiiler veya Sünniler tarafından öldürülmektedir. Bu olup bitenleri, Müslümanların günah keçisi olarak icat ettikleri “İbn Sebe” mantığı ile açıklamaya kalkışmak, dış güçleri suçlayarak tatmin olma yoluna gitmek, öncelikle sorumluluktan ve öz eleştiriden kaçmak anlamına gelmektedir. ABD kendi çıkarları için bölgeye gelmiştir; demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü işin aksesuarlarıdır. İşin kötüsü, Batı Uygarlığı’nın bu başat değerleri Irak’ta, sadece ABD değil, bütün Batılılar tarafından tahrip edilmektedir. İsrail, kan gölünün zaten kıt olan temiz su kaynaklarını bütünüyle kurutacağını aklının ucuna getirmeden, kendi eliyle kendisine kimsenin veremeyeceği zararı vermektedir. Masum insanların kanının, kan dökenleri de er ya da geç yok ettiği, insanlık tarihinin apaçık gözler önüne serdiği bir gerçektir. Öyleyse, Müslümanların dışarıdan suçlu aramalarının makul bir tarafı olamaz. Müslüman olmayanlar, kendi çıkarları için yapmaları gerekenleri yapmaktadırlar. Üzücü olan taraf, insanlığın ortaklaşa ürettiği birtakım yüksek insani değerlerin, bunların temsilciliğine soyunan insanlar tarafından acımasızca tahrip edilmesidir. Oysa bu değerlere, bir gün “gelişmiş” olduklarını zannedenlerin de ihtiyacı olacaktır. Üzücü olan taraf, görüş ayrılıklarının kanla kalıcı hale getirilmeye çalışılmasıdır. Müslümanlar, dışarıdan suçlu aramaya başlamadan önce, sıkı bir öz eleştiri süreci başlatarak akan kanı durdurmak ve unutmaya başladıkları bir arada yaşama kültürünü yeniden hatırlamak zorundadırlar. İslam dini, Müslümanlardan bunu beklemektedir.
Kur’an, Müslümanları hep birden “Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaya” şöyle çağırmaktadır: “Ey inananlar! Allah’tan sakınılması gerektiği gibi sakının, sizler, ancak Müslüman olarak can verin. Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar”[1]. Bu ayetler, İslam öncesi dönemde savaşsız günü geçmeyen Medine’nin düşman kardeşleri Evs ve Hazreç kabilelerinin durumuna dikkati çekmektedir. Bu iki kabile adeta uçurumun kenarında iken İslam sayesinde kardeş olmuşlar ve iyilik yolunda birbirleriyle yarışmaya başlamışlardır. Medinelilerin Ensar adını almaları oldukça anlamlıdır. Bölünen parçalanan toplumlar yok olmaya mahkumdurlar. Hele bu parçalanmanın sebebi, din ve din anlayışı olursa, durum gerçekten vahim olur. Kur’an, Müslümanlara hafızalarını tazeleme imkanı sağlamakta; geçmişten ders alarak top yekun Allah’ın ipine sarılmalarını istemektedir. Geçmişi anlamayan, geçmişten ders almayan toplumlar, geçmişteki acı tecrübelerin benzerlerini tekrar yaşamak zorunda kalabilirler. Kur’an kendisini Müslüman hisseden insanlara şöyle seslenmektedir: “Eğer mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah’ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever. Şüphesiz mü’minler birbirleri ile kardeştirler; öyle ise dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah’tan sakının ki size acısın”[2]. Kur’an, hayatı ve barışı esas almaktadır. Savaşın her türlüsü arızi bir durumdur. Müslüman için, ancak, hayatı, özgürlüğü ve onuru koruyabilmek ve barış ortamı oluşturmak için savaşa izin vardır. Kur’an, kasten adam öldürmenin cezasının cehennem olduğunu söylemektedir[3]. Müslüman insanın savaşta bile aşırı gitmemesi gerektiğini Kur’an şöyle ifade etmektedir: “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez”[4].
İnsanın akıl ve hür irade sahibi bir varlık olması, aynı zamanda insanın egemenlik iddialarını da beraberinde getirmiştir. Bu sebepten, insanın olduğu her yerde karşımıza çıkan pek çok çatışmanın temelinde insanın varlık yapısı ve egemenlik iddiaları yatar. İşin gerçeği, hem Irak’taki mezhep çatışması şeklinde tezahür eden trajedinin, hem de mezheplerin ve muhtelif dini grupların oluşmasının temelindeki en önemli sebeplerden birisi bu egemenlik meselesidir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra Müslümanlar arasında baş gösteren ilk görüş ayrılıkları siyasidir. Osman b. Affan’ın öldürülmesi, siyasi olaylar neticesinde olmuştur ve siyasi bir öldürme olayıdır. Cemel Savaşı siyasi bir savaştır. Ali b Ebi Talib ile Muaviye arasındaki savaş da siyasi bir savaştır. Bu gerçeklerin bilinmesi, birtakım bireysel ve toplumsal çıkarlar uğruna masum insanların kanının akıtılmasının hiçbir dinsel temelinin olmadığının, olamayacağının açıkça görülmesine imkan sağlayabilir. Kanaatimize göre, Müslümanların birtakım gruplara ayrılmaları da, din adına birbirlerini tekfir etmeye kalkışmaları da, büyük ölçüde İslam’ın iyi bilinmemesi ile ilgilidir. Bakara suresinin 213. ayeti, sanki Müslümanların içine düştükleri durumu asırlar öncesinden aydınlatmak ister gibidir: “İnsanlar bir tek ümmetti. Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak Kitaplar indirdi. Ancak Kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler…”[5] . İşin gerçeği, mezheplerin ortaya çıkışında en başta gelen unsurlardan birisi egemenlik ihtirası olduğu gibi, Hz. Muhammed’in vefatından sonra bile Müslümanları derinden yaralayan olayların arkasında yine egemenlik meselesi vardır. Mezhep meselesi, içeriden ve dışarıdan Müslümanların saf/temiz duygularını sömürmek isteyenler için, kullanılabilecek en uygun meseledir. Bir başka deyişle, Müslümanların “yumuşak karnı”, en zayıf noktası mezheplerdir. Bunun sebebi, çatışma/çatıştırma için kullanılabilecek malzeme bulmanın bu alanda çok kolay olması; bu malzemenin genetik kodlarla irtibatlı bulunmasıdır. Kullanılabilecek sembollerden çoğunun tarihsel boyut taşıması, etki gücünü oldukça artırmaktadır. Öyleyse, bu tür çatışmalardan uzak durabilmek, ya da zararı en aza indirebilmek için doğru bilgi ile geçmişin aydınlatılması gerekir. Karanlık geçmiş, daima istismarcıların işini kolaylaştırır.
II
Geçmiş, sağlıklı bir gelecek inşa etmek isteyenler için muazzam bir hazinedir. Şu anda, cinnet ortamında birbirini boğazlayan insanlar, biraz düşünebilmeyi, gerçekleri görebilmeyi başarabilseler, Hz. Muhammed’in sağlığında ve dört halife döneminde mezhebin ve benzeri dinsel grupların olmadığı gerçeğini daha iyi anlayabileceklerdir. Bir başka ifadeyle, Irak’taki Müslümanlardan başka herkesin çıkarına hizmet eden çatışmanın, basiretten yoksun bir iktidar kavgası olmasına rağmen, mezhep çatışması olarak algılanması, ya da mezheplerin adları kullanılarak meşruiyet zeminine taşınmak istenmesi, İslam dininin onaylayacağı bir yaklaşım biçimi değildir. Geçmişteki mezhep çatışmaları da dinin politik çıkarlar için meşruiyet aracı olarak kullanılmasından başka bir şey değildi; bugün mezhepler üzerinden yürütülmek istenilen çatışmalar da dinin istismar edilmesinden başka bir şey değildir. Müslümanların son iki asırdır yaşadıkları acı tecrübeler, bize tarih bilgi ve bilincinden yoksun olmanın ne kadar pahalıya mal olduğunu açıkça göstermektedir.
Hz. Muhammed’in sağlığında herhangi bir mezhep, ya da tarikat yoktur. O zaman diliminde sadece Kur’an’daki temel iman esaslarına iman eden Müslümanlar vardır. Hz. Muhammed’in peygamberliğinin on üç yılının geçtiği Mekke döneminde Müslüman olan 450 kadar insan, Mekke yaşanılamaz hale gelince Medine’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Mekke’den gelenler Muhacirun’a, Medineliler Ensar olarak kucaklarını açmışlar, onlarla evlerini sofralarını paylaşmışlardır. Sahabe’nin Kur’an’da övülmesinin ana sebeplerinden birisi, onların İslam için gösterdikleri fedakarlıklar, yaptıkları iyi işlerdir.
Hz. Peygamber’in vefatını müteakip Müslümanların karşı karşıya kaldıkları ilk ciddi sorun, peygambersiz hayata intibak konusunda ortaya çıkmış; Hz. Muhammed’in naşı ortada dururken, Medineli Müslümanlar Sakifetu Beni Saide denilen yerde toplanarak içlerinden birisini lider seçmek için harekete geçmişlerdir. Durumu haber alan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, hemen olay yerine gitmişler ve tartışmalara katılmışlardır. Uzun tartışmalardan sonra Hz. Ebu Bekir’in toplumun lideri olarak öne çıkmasına/ halife olmasına karar verilmiştir. Bu olayı dikkatle tahlil ettiğimizde, sadece Şiilik açısından değil, diğer İslam mezhepleri açısından da önem taşıyan bazı önemli sonuçlara ulaşmak mümkündür: 1. Hz. Muhammed, kendi yerine hiç kimseyi bırakmamıştır; aksi taktirde Medine’li Ensar’ın toplanarak halife seçmeye kalkışmasını anlamak mümkün olmazdı. 2. Bu tartışmalar esnasında, belirleyici olan, o zamanki toplumsal yapı olmuştur. Kureyş kabilesi, toplumdaki yeri açısından öne çıkmış; ancak Hz. Ebu Bekir gibi, Kureyş’in önde gelenlerinden sayılmayan bir kimse halife olmuştur. Ümeyye Oğulları yeni Müslüman oldukları için onların adı bile dile getirilmemiştir. Burada kabileler arası bir denge politikasının etkin olduğunu söyleyebiliriz. 3. Hz. Ebu Bekir’i hilafet makamına taşıyan, onun uzlaştırıcı kişiliği ve liyakati olmuştur; Hz. Peygamber’in onu işaret ettiği şeklindeki bilgiler daha sonraki tartışmalar muvacehesinde tedavüle çıkan bilgilerdir. 4. Bu tartışmalarda, hiç kimse Hz. Ali’nin halife olması gerektiğini dile getirmemiştir.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan olaylara, hemen bütün mezheplerin bir şekilde atıfta bulunduğunu görmekteyiz. Her mezhep, meşruiyetini kanıtlayabilmek için, kendi varlığı hakkında Hz. Peygamber’e hadis söylettirmek ve Hz. Peygamber’in sağlığından itibaren var olduğunu iddia etmek yoluna gitmiştir. Özellikle Dört Halife Dönemi olayları, her mezhep tarafından farklı yorumlanmıştır. Bir başka ifadeyle, her mezhep, bir şekilde kendine özgü, kendi görüşlerini doğrulamak amacı taşıyan bir tarih inşa etmeyi başarmıştır. Şia, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in baş başa vererek Hz. Ali’nin hakkı olan hilafeti gasbettiklerini iddia eder. Hariciler, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerini ideal dönemler olarak görürken, ilk altı yıldan sonra Hz. Osman’ı, Tahkim’den sonra da Hz. Ali’yi tekfir ederler. Ehl-i Sünnet ise, Dört Halife Dönemini idealize ederek, hilafet sırasının fazilet sıralaması olduğunu söyler.
Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra Müslümanların siyasi tavırları bakımından dört gruba bölündüklerini görmekteyiz: Hz. Ali’yi meşru halife olarak kabul edenler; Muaviye’nin saflarında yer alanlar; Talha, Zübeyr ve Aişe ile birlikte hareket edenler ve hiçbir guruba katılmayanlar. Cemel ve Sıffin savaşları, Müslümanları derinden yaralar. Tahkim hadisesini müteakıp bir grup insan Hz. Ali’nin saflarından ayrılarak Harura denilen yere çekilir. İşte İslam toplumundaki, “mezhep” niteliği taşıyan ilk ciddi kopuş, daha sonra Hariciler olarak tarihe geçecek olan bu grup tarafından başlatılmıştır. Daha sonra Mürcie’nin tarih sahnesini çıktığını görüyoruz. Birinci asrın sonlarından itibaren de ilk Şii fikirlerin oluşmaya başladığını tespit etmekteyiz. Bu anlatmaya çalıştığımız hususlar, adı ne olursa olsun, bütün mezheplerin Hz. Peygamber’in vefatından çok sonraları ortaya çıkmaya başladıklarını; bütün mezheplerin insan ürünü olan/ beşeri oluşumlar olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu tespitlerimiz, bugün Irak’ta sahnelenen, yarın Müslümanların yaşadıkları başka bölgelerde tekrar karşımıza çıkacak olan dine dayalı çatışmalarda, meşruiyet için Hz. Muhammed’in yaşadığı zaman diliminin kullanılmasının önlenebileceğini göstermektedir. Ancak bunun için de, Müslümanların önce Kur’an’ın kurucu ilkelerini ve Tevhid eksenli İslam ortak paydasını iyi bilmeleri, sonra da sağlıklı bir tarih bilgi ve bilinci ile donanmaları gereklidir.
III
Mezhepler, din anlayışındaki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan insani oluşumlardır; hiçbirisinin İslam’la özdeşleştirilmesi mümkün değildir. Mezheplerin doğuşundaki en önemli etken insanın varlık yapısıdır. Her insan özgün bir varlıktır. Her insanın algı biçimi, donanımı, birikimi farklıdır. İnsanın olay ve olguları anlamasında içinde yetiştiği ortamın, coğrafi koşulların, ekonomik yapının ciddi etkisi ve katkısı vardır. Bireysel ve toplumsal planda karşılaşılan yeni durumlar, yeni fikir ve düşünceler insanların anlayış biçimlerini derinden etkilemektedir. İçinde yaşanılan siyasi yapı, hem insanın algı biçimini, hem de toplumdaki yerini belirlemektedir. Bu durum, din anlayışında birtakım farklılıkların ortaya çıkmasını beraberinde getirir. Kısaca söyleyecek olursak, din insanın dünya görüşünün şekillenmesinde, insan da birey ve toplum olarak dinin algılanmasında, anlaşılmasında ve kurumsallaşmasında etkili olmaktadır. Bu çift yönlü etki, karşımıza birtakım dinsel kurumları, mezhepleri ve tarikatları çıkartmaktadır.
Bir kimse, hangi mezhepten, hangi tarikattan olursa olsun, eğer Kur’an’daki temel iman esaslarına (Allah, ahiret, nübüvvet) inanıyorsa, Müslümandır; İslam dairesi içindedir. Bir kimsenin Müslüman olması için herhangi bir mezhebe tarikata bağlı olması gerekmediği gibi, bir mezhebe ya da tarikata bağlılık da din adına o insana ayrıcalık kazandırmaz. İslam dini, iman ve kurtuluş noktasında bireyi esas alan bir dindir. Her insan, Müslüman olup olmamaya kendi hür iradesiyle karar verir. İslam toplumu içinde doğan çocuklar da, sorumluluk üstlenecek yaşa geldikleri zaman, annelerinden, babalarından aldıkları din anlayışını eleştirel bir yaklaşımla gözden geçirmek; imanlarının vahyi ve mantıki temellerini bilmek durumundadırlar. Cennete gitmek isteyen bir kimse, hak ederek cennete gider.
İslam’ı, Hz. Muhammed’in vefatından çok sonraları ortaya çıkan mezheplerle veya tarikatlarla özdeşleştirmek, Kur’an’ın kurucu ilkelerine, Hz. Muhammed’in sünnetine ve insanın varlık yapısına aykırıdır. Müslümanları var olan veya olması muhtemel mezhep çatışmalarından uzak tutabilmek, bu çatışmayı besleyen öğelerin başında gelen “mezheplerin İslam” la özdeşleştirilmesi hastalığının doğru teşhis edilmesine ve diğer Müslümanları tekfir eden hiçbir mezhebin “Fırkayı Naciye” olamayacağının iyi anlaşılmasına bağlıdır.
IV
Irak’ta yaşanan cinnet trajedisinin tarafları Şiiler ve Sünniler olarak bilinmektedirler. İnsanla ilgili bütün sorunların çözümünde doğru bilgi olmazsa olmaz ilk koşuldur. İnsanoğlunun doğru düşünebilmek için, öncelikle doğru bilgiye ihtiyacı vardır. Hele karşılaşılan sorunlar, geçmişten miras yolu ile intikal eden bir boyut taşıyorlarsa, doğru bilgi daha bir önem kazanmaktadır. Bu sebepten, en azından doğru düşünmemize, olay ve olguları doğru değerlendirmemize yetecek kadar Şiilik ve Sünnilik hakkında doğru bilgi sahibi olmakta yarar vardır.
Dünyada yaşayan Müslümanların yaklaşık yüzde onunu Şii Müslümanlar meydana getirmektedirler. Şiilerin en yoğun olduğu yerler İran (% 90), Irak (%60), Azerbaycan (% 60), Kuveyt (%25), Bahreyn (%70), Birleşik Arap Emirlikleri (%15), Pakistan (%20) Afganistan (%15) Suudi Arabistan (%10) gibi ülkelerdir. Şiilik denildiği zaman akla gelen İmamiyye Şiası olmaktadır. İmamiyye, İsna-aşeriyye veya Caferiyye diye de anılmaktadır. Ayrıca, Şia’nın Zeydiyye ve İsmailiyye kolu da yaşayan fırkalar arasındadır.
Şia, Arapça'da ş y a kökünden gelen, misafiri uğurlamak, peşinden gitmek, bir kimsenin taraftarı olmak, yardımcısı olmak; ayrılmak, fırkalaşmak vb. anlamlarını ifade eden bir kelimedir[6]. "Şia"nın terim anlamını tespit ederken, Şiilerin Şiiliği nasıl tanımladıklarının ve bu kavramın içeriğini nasıl doldurduklarının tespiti oldukça önemli bir husustur. Mezhepler Tarihi kaynak eserleri arasında kitapları günümüze kadar ulaşmış olan, erken dönem Şii müelliflerden Nevbahtî (300/912) ve Ebû Halef el-Eş'arî el-Kummî(301/ 913)'ye göre Şia, Hz.Muhammed'in sağlığında "Şiatu Ali" (Ali taraftarı) diye isimlendirilen, onun vefatından sonra da Ali'nin imam-halife olduğunu ileri süren kimselerin meydana getirdikleri bir fırkadır[7].
Çağdaş Şii yazarlara baktığımız zaman, onların da, erken dönem Şii yazarlardan pek farklı düşünmediklerini kolayca görebiliriz. Meselâ Tabatabaî, Şia'nın ".. Hz. Peygamber'in halefi olmanın, Hz. Peygamber'in ailesinin özel hakkı olduğunu düşünen ve İslâmî ilimler alanında ve kültürde Ehl-i Beyt okulunu takip eden kimseleri" ifade ettiğini belirtmektedir[8].
Bütün bu tariflerden sonra Şia'nın terim anlamını şöyle tespit etmek mümkündür: Şia, Ali b. Ebî Talib'in Hz. Muhammed'den hemen sonra nass ve tayinle halife olduğuna inanan, imametin insanlığın sonuna dek, Hz. Ali'nin soyunda devam edeceğini ileri süren, bu imamların masum olduklarını iddia eden toplulukların müşterek adıdır[9].
Bu tarif, Şiilik konusundaki kafa karışıklarını giderecek birtakım ipuçlarını içermektedir. Şöyle ki, her mezhep gibi Şia’da, kendisini Hz. Peygamber’in yaşadığı zaman dilimi ile irtibatlandırabilmek için, pek çok olayı, kendi görüşlerine uygun bir şekilde yeniden yorumlamak yoluna gitmiştir. Bu tanım bize, hangi olaylara, hangi koşulları taşıdıkları zaman Şii sıfatının verilebileceğini göstermektedir. İslam Düşünce Tarihi’nin en temel problemlerinden birisi, zaman, mekan ve fikir kaymasıdır. Bunun en çarpıcı örneğini Şia’da görebilmekteyiz. Hicri ikinci, hatta üçüncü asırlarda ortaya çıkan bazı fikirler, ta Hz. Peygamber’in yaşadığı zaman dilimine taşınmıştır. Olayların gerçek yüzünü görebilmek pek de kolay değildir.
Şiilik, İslâm mezhepleri içerisinde, doğuş dönemi hakkında en fazla spekülasyon yapılan bir mezheptir. Şia’ya göre, Şiîlik Hz. Muhammed’in sağlığında bile vardır; çünkü Şiîliğin tohumlarını eken bizzat Hz. Muhammed’dir. Şiî olmayan araştırıcılar ise, Şia’nın, Hz. Osman dönemindeki olaylardan, 66/685 yılındaki Muhtar es-Sakafî olayına kadar geniş bir zaman diliminin muhtelif dönemlerinde ortaya çıktığı şeklinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bizim hazırladığımız “Emeviler Devri Şiî Hareketleri” isimli doktora tezimizde ulaştığımız sonuç ise, ilk şiî fikirlerin birinci hicrî asrın sonlarına doğru, Muhammed b.el-Hanefiyye’nin ölümünden sonra, onun adı etrafındaki spekülasyonlarla birlikte tarih sahnesi çıktığı şeklinde olmuştur.
Bizim tespitlerimize göre, birinci hicrî asırda, Ali’nin Fatıma’dan olan soyu etrafında herhangi bir Şiî farklılaşma söz konusu değildir. Ne imametin nass ve tayin yoluyla olacağı şeklinde bir fikir vardır; ne de bu imamların masum oldukları fikri. Bu dönemde dikkatimizi çeken, daha sonra Şiîlikle irtibatlandırılarak yorumlanan olayların, o dönem koşullarında Arapların bir iç meselesi olduğu hususudur.
İlk -şiî fikirler, hicrî birinci asrın son çeyreğinde, yavaş yavaş teşekkül etmeye başlamıştır. Bunlar, vasîlik, mehdîlik ve rec'at gibi fikirlerdir; özellikle mevalî adı verilen gayrı Araplar arasında yayılma imkânı bulmuştur. Bu fikirler, Hicrî ikinci asırda, Hz. Ali'nin soyu ile irtibatlandırılmış, bölgedeki varlığını sürdürmeyi başarmış kültlerden ve eski Sasanî kültüründen gelen bazı motiflerle de bütünleşerek karşımıza Şiîlik olarak çıkmıştır.
Uzun süre yer altında faaliyetini sürdüren Şiilik, ilk defa Büveyhiler zamanında biraz rahat nefes almış; Fatımilerle birlikte ilk defa iktidar olmuştur. Ancak, İran’ın Şiileşmesi, Safevilerle birlikte başlayan, çok kan akıtılan bir sürecin sonunda, 16. asırdan sonra olmuştur. Irak’ta Şiiliğin serüveni, Kerbela, Necef, Samarra, Kazımeyn gibi önemli mezkezlerin tarihlerine paralel olarak gelgitlerle dolu, acılarla yoğrulmuş bir serüvendir. Bugünkü Irak topraklarında Şiilerin çoğunluk haline gelmeleri, daha çok 19. asırda yerleşik hayata geçen kabilelerin Şiiliği benimsemeleriyle birlikte olmuştur[10]. Şiilik konusu üzerinde biraz kafa yorduğumuz zaman, bu konunun Araplardan çok Arap olmayan Müslümanları, özellikle de Türkleri yakından ilgilendirdiğini daha iyi anlayabiliriz.
V
İnsanlığın uzun macerasında sadece İslam, bir arada yaşama kültürünün yaratılmasına ciddi katkılar sağlamıştır. Müslümanların son iki asırdır içine sürüklendikleri kaos ortamı, İslam’ın insanın yaratıcı yeteneklerini tetikleyen, üretimi, iyilik yolunda yarışı, güven ortamının oluşturulmasını, hukukun üstünlüğünü, adaletin gerçekleştirilmesini isteyen dinamik boyutunun etkin olmasını güçleştirmiştir. Sonuçta, Müslümanlar, zenginlik sayılması gereken farklılıkları, ortak payda bilincini yitirdikleri için öz/esas gibi algılamaya başlamışlar; birbirleriyle uğraşarak enerjilerini tüketmişlerdir. Bugün Irak’ta karşımıza çıkan Sünni-Şii çatışması, eğer kısa sürede önüne geçilmezse, Müslümanların yaşadıkları bütün coğrafyayı saracak nitelikte görünmektedir. Oysa, Sünnî-Şiî farklılaşmasının Müslümanlar arasında gerilim yaratmaması, bunun bir zenginlik olarak anlaşılması mümkündür.
Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi Şiilik hicri birinci asrın son çeyreğinde ortaya çıkan mehdilik, vasilik gibi fikirlerin ikinci hicri asırda sosyal hayatta iz bırakarak farklılaşmalara ve buna bağlı olarak zümreleşmelere yol açması sonucu vücut bulan bir mezheptir. Haricilik, Mürcie, Mu’tezile ve Şia gibi büyük mezheplerin kendi itikâdi görüşlerini sistemleştirmelerinden sonra, geride kalanlar, Umumî Dinî Hareketin devamı niteliğinde ve çoğunluğu bünyesinde barındıracak şekilde Ehl-i Sünnet'i oluşturmuşlardır. Bir başka ifadeyle, Sünnilik en son teşekkül eden mezhep olarak tarihteki yerini almıştır.
Gerek Sünnîlik, gerekse başta Şiîlik olmak üzere diğer mezhepler, İslâm'ın anlaşılma biçimleridir. Bunların İslâm ile özdeşleştirilmesi mümkün değildir. İslâm, ana kaynakları ortada olan bir dindir. Kur'an'ın bozulmadan, değişmeden günümüze kadar gelmiş olması, bundan sonra da bozulma imkan ve ihtimalinin bulunmayışı, mevcut din anlayışının ne ölçüde İslâmî olduğu tespit imkânı sağlamaktadır. Amaç Kur'an'ın öngördüğü İslâm'ı gerçekleştirmek ise, Şiîlik de, Sünnîlik de, diğer mezhepler de bağlayıcı nitelik taşımaktan uzak olacaklardır. Madem ki, mezhepler dinin anlaşılma biçimleridir; şekillenmesinde insan unsurunun etkisi ön plandadır; öyleyse, her mezhebin bünyesinde ister istemez Kur'an'la örtüşmeyen birtakım çarpıklıklar, eksiklikler, yanlışlar olacaktır. Mezhepleri İslâm dini ile özdeşleştirmek, hem İslâm'a, hem de insan gerçeğine aykırıdır. İslâm, insanlığın sonuna dek, insanlığın din ihtiyacını karşılamaya taliptir. Böyle olunca, belli bir zaman diliminde ve belli yörelerde İslâm'ın anlaşılma biçimini temsil eden mezheplerin İslâm'la özdeşleştirilmesi elbette anlamsız olacaktır.
Öyle zannediyoruz ki, mezheplerin birtakım katı kurallar yığına haline gelerek, sadece "kendi doğruları" ile varlıklarını sürdürmeleri, insanları birtakım uzlaşmaz kamplara ayırmaları, iletişimle doğrudan ilgili olmalıdır. İletişim imkânlarının böylesine arttığı, insanların birbirlerine ulaşmalarının iyice kolaylaştığı bir zaman diliminden, ister istemez, mezhepler arası yakınlaşmalar söz konusu olacaktır. Nitekim, bunun örneklerine rastlamak her zaman mümkündür.
İşin aslına bakılırsa, özellikle Şiî-Sünnî ayrımının, tarih boyunca, düşünen Müslümanları rahatsız ettiğini, üzdüğünü görmek mümkündür. Osmanlılar döneminde bile, zaman zaman Sünnî-Şiî ittifakı konusunda ciddi arayışlar söz konusu olmuş, hatta bu doğrultuda Sünnî-Şiî ulema arasında görüşmeler, tartışmalar yapılmıştır[11]. Bugün, Şiilik- Sünnilik meselesinin, en çok Türklere zarar verdiği görebilmek için özel çaba harcamaya gerek yoktur. Irak’la ilgili haberler verilirken, “Şiiler, Sünniler, Kürtler” şeklindeki tasniflerin ne anlama geldiği ve Türkmenlerin adının niçin anılmak istenmediği gibi hususlar üzerinde ciddi olarak kafa yormak gerekmektedir. Bu mezhep ayrılığının Türkmenleri nasıl yıprattığı iyi anlaşılmalıdır. Özellikle Türk dünyasının geleceği açısından da bu meselenin özel bir önem taşıdığını belirtmekte fayda vardır.
Hiç şüphesiz, Sünnî-Şiî görüş ayrılıklarının hemen ortadan kaldırılabileceğini düşünmek mümkün değildir. Ancak, tarafların birbirlerini anlamaya, tanımaya gayret etmeleri, hoşgörü ile birbirlerine yaklaşmaları her zaman mümkündür. Önemli olan Sünnilikten, Şiilikten önce Müslümanlıktır, İslâm'dır. Daha da ötesi, önemli olan insan olmaktır. Dünyânın içinde bulunduğu şartlar, sorumluluk sahibi Müslümanları, "Kur'an'ın kurucu ilkeleri” ekseninde İslâm'ı yeniden düşünmek gibi bir sorumlulukla karşı karşıya getirmiştir. Artık, birtakım ayrıntılarla uğraşmanın, insanları İslâm dairesi dışına itmeye çalışmanın ne yeri, ne de zamanıdır. Bir insan, ben Müslümanım diyorsa, Allah'ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna, Kur'an'ın Allah katından geldiğine ve Ahiret gününe inanıyorsa, o kimse, nerede olursa olsun, hangi mezhebe mensup bulunursa bulunsun İslâm dairesi içindedir. Böyle bir kimseyi İslâm dairesi dışına itmeye, hiç kimsenin ne hakkı, ne de yetkisi vardır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselam, her zaman, birleştirici-bütünleştirici olmuştur. "Mü'minlerin kardeş olduklarını" ilân eden Kur'an, Müslümanları, "hep birden Allah'ın ipine sımsıkı sarılmaya" çağırmaktadır. Hoşgörü ile yola çıkıldığı zaman, Kur'an esas alınmak kayıt ve şartıyla, Müslümanlar arasındaki birtakım görüş ayrılıklarının en aza indirilmesi –en azından zararlarının azaltılması- her zaman imkân dahilindedir.
Diğer taraftan, mezhepler dinin anlaşılma biçimleri olduğu için, Kur'ani çizgiye ters düşmeyen dini nitelikli oluşumların bir zenginlik belirtisi olarak anlaşılabileceğini de hemen belirtmekte fayda vardır. Aslında mezhepler, İslam’ın düşünce ve ifade özgürlüğüne verdiği önemin bir göstergesi olarak anlaşılmalıdır.
Sünnilikle Şiiliğin inanç alanında ortak noktaları, ayrıldıkları noktalardan çok daha fazladır. Her iki mezhep de, aynı Allah'a, aynı Kur'an'a aynı peygambere inanmaktadır. En önemli ayrılık noktası imâmet meselesidir. Bu meselenin de, daha çok öndört asır önceki sosyal hadiselerle ilgili olduğu söylenebilir. Kur'an esas alındığı takdirde, bu konunun bile çözüme kavuşturulması mümkündür.
Önemli olan, Müslümanım diyen aydınların, İslâm'ın kendilerine yüklemiş olduğu ağır sorumluluğun farkına vararak, Kur'an'ın kurucu ilkeleri etrafında sağlıklı bir İslam anlayışı üreterek, Müslümanların birbiri ile kucaklaşmasına zemin hazırlama doğrultusunda gayret göstermeleridir. İletişim imkanlarının artmış olması, Müslümanların birlik-beraberlik içinde olmaları açısından yeni yeni fırsatlar hazırlamaktadır. Birbirlerini anlamaya başlayan Müslümanlar, görüş ayrılıklarının büyük bir kısmının İslâmî temellerden yoksun olduğunu görmekte gecikmeyeceklerdir. Kaldı ki, İslam, temel ortak payda etrafında farklı görüşlerin, düşüncelerin oluşmasını teşvik eden bir dindir. Temel ortak paydanın farkında olunduğu müddetçe, görüş ayrılıkları daima zenginlik olur.
Tarih bize, siyasi taleplerin din zeminine indirgenerek, dini argümanlarla gerçekleştirilmeye çalışılmasının, toplumsal yapıda ciddi hasarlar meydana getirdiğini göstermektedir. Her şeyden önce, din siyasete kurban edilmiş olmaktadır. Çatışmaların, üzerine inşa edildikleri zeminlerin eleştiri dışı tutulması gibi bir durum ortaya çıkmakta; hataların, yanlışların fark edilmesi önlenmektedir. İnsanlığın geleceğini, bireysel, ya kurumsal çıkarları doğrultusunda inşa etmek isteyen güç odaklarının işlerini kolaylaştırmaktadır. İslam dini, insan için, insanların en iyi şekilde insanlıkları gerçekleştirmelerine katkı sağlamak üzere var olan bir dindir. İslam, barış demektir; barışı esas almıştır; yüksek güven kültürünün yaratıldığı, adaletin, hukukun üstünlüğünün etkin olduğu ahlaklı bir toplumu hedef almıştır. Müslümanların, her ne sebeple olursa olsun, mezhep çatışmasının içine sürüklenmeleri, hem İslam’a, hem de kendi geleceklerine ihanettir.
Unutulmaması gereken bir başka husus, bugün bütün insanlığın İslam’ın diriltici soluğuna olan ihtiyacıdır. İnsanlığın tarih boyunca ortaklaşa ürettiği birtakım yüksek insani değerlerin acımasızca tahrip edildiği bir dünyada, Müslümanlara düşen, medeniyete vücut veren kök hücreleri yeniden diriltmektir. Maziyi kutsallaştırmakla, geçmişe takılıp kalmakla; küçük işlerle uğraşarak birbirimizi yok etmekle bu iş olmaz. Sağlıklı bir gelecek için, önce, geçmişin ipoteğinden kurtulmak gerekir. Bunun yolu da, eleştirel bir yaklaşımla tarihi doğru anlamak, yaratılışın yasalarını doğru okuyarak bilimin gücünden yararlanmayı bilmek ve tutarlı, gerçekçi, sağlıklı bir gelecek tasarımı yapmaktan geçer.
[1] Al-I İmran, 102-103
[2] Hucurat, 9-10
[3] Nisa, 93
[4] Bakara, 190
[5] Bakara, 213
[6] Bk.İbn Manzur,Lisanu'l-Arab,Beyrut trz.c.VIII,s.188 vd;Hüseyin Atay, İbrahim Atay,Mustafa Atay,Arapça-Türkçe Büyük Lügat,Ank.1964,c.II,s.1162 vd.;Ayr. Bk.Neşvanu'l-Himyerî,Huru'l-Iyn,nşr.Kemal Mustafa,Mısır 1948,s.178-9.
[7] Nevbahtî,Fıraku'ş-Şia,nşr.M.S.Al Bahri'l-Ulûm,Necef 1355,s.17-21;Ebû Halef el-Eş'arî el-Kummî, Kitâbu'l-Makalât ve'l-Fırak,thk.M.C.Meşkûr,Tahran 1963,s.15-18
[8] Sayyid Muhammad Husayn Tabatabaî,Shi'a,İng.çev.S.H.Nasr,s.33
[9] Bk.Onat,Emeviler Devri Şii Hareketleri,Ank.1993,15; ayr.bk.Fığlalı,İmamiyye Şiası,İst.1984,9 vd.
[10] Bk. Yitzhak Nakash, Irak’ta Pandora’nın Kutusu Şiiler, çev. M. Saltoğlu, Ank. 2005, 25 vd.
[11] Bu konuda Bk. Hasan Onat, “XVII. Asırda Sünni-Şii İttifak Arayışları Üzerine”