Evet aşktan… Günümüzün kayıplarından biri olan nice şiirlere ve romanlara ilham veren aşktan… Daha açık bir söyleyişle kadınların olanca gerçeklikleriyle ortalarda salınır olduklarından beri kayboluveren, erkeği de kadını da hayaller dünyasında dolaştıran, etten kemikten arınmış o çok güzel duygudan konuşalım mı?
“Ama nasıl olur, ortalık aşk cinayetlerinden geçilmiyor” diyeceksiniz. Ben de, kızmayın, çok inanarak ve üzerine basa basa onlar aşk değil ki diyeceğim. Aşk, eğer gerçek aşk ise o duyguyu kalbinin olanca hücreleriyle hisseden kişiyi sevdiğini öldürmeye yöneltmez. Peki ne yapar? Çeşitli engeller sebebiyle âşık olduğu kişiye kavuşamayan kişi kadın olsun erkek olsun eğer aklı ve mantığı sakatlanmamışsa, duyduğu nefsinden kaynaklanmayan gerçek bir aşksa aşık olduğu kişiyi değil, kalbine yerleşmiş o aşkı öldürmek için insana yakışır bir şekilde mücâdele eder. Başarılı olursa sadece benliğini istilâ etmiş o büyük aşkı öldürür, onun katili olur. Âşık olduğu kişinin değil… Aşk uğruna işlenmiş, insan denen varlığa çok yakışan en meşru cinayet de bence budur. Ya başarılı olamamış o aşkı kalbinden söküp atamamışsa ne olur? O acının coşturduğu ilhamla şair olur. Hatta roman yazarı da olur. En kötüsü kendinin katili olur, intihar eder.
Bizim neslimizin okuduğu romanlarda aşk acısı ile kıvranan kişiler hiç katil olmamışlardı. Meselâ Alexandre Dumas fils’in romanı ve filimini de seyrettiğim “Lâ dam o Kemelya’yı, Kamelyalı kadın”ı hatırlıyorum. Bir fahişenin büyük aşkına rağmen soylu bir âileye mensup olan sevdiği erkeğe kavuşamayıp verem oluşunu… Bir diğeri ise Göte’nin Werther adını taşıyan romanı… Romanın kahramanının âşık olduğu kadından, kadının da ona âşık olmasına rağmen karşılık görmesi imkânsızdır. Çünkü âşık olduğu kadın iffetli, evli bir âile kadınıdır. O günlerin anlayışına göre bunlar büyük engellerdir… Roman sevdiği kadına ulaşamayan Werther’in intiharı ile son bulur. Madam Simpson adında hiç de güzel olmayan bir hanım için kimbilir ne zor mücâdelelerden geçerek tahtı ve saltanatı bırakıveren İngiltere Kralı Edvard’ın tâcı tahtı umursamayan aşkı da bizim nesli çok heyecanlandırmış gerçek bir aşktı. Kısaca özetlersek aşklar geçmiş yıllarda engellerle karşılaştıkça büyümüş, şahane olarak vasıflandırılan şiir ve roman gibi ürünler vermişlerdi. Kadıköy’ün iflah olmaz aşığı, gençliğimde hayran olduğum şairlerin başında gelen Ahmet Haşim sevdiği kadına, aşkı anlamayanlardan böyle şikâyet etmişti.
“Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer
Bu sefil iştiha, bu kirli nazar,
Bulamaz sende bir ma’nâ”
Faruk Nâfiz edebiyat tarihine büyük şair olmasının yanı sıra aşk yüzünden acı çeken edebiyatçılardan biri olarak da geçmişti. O devrin çok sevilen şairlerinden Şükufe Nihal’e ilk görüşte âşık olmuştu. Şükufe Nihal de ona aşıktı ama evliydi “Han duvarları” şairinin kocasından ayrılıp kendisiyle evlenmesi için ısrar etmesine cevabı ise hep olumsuzdu. Faruk Nâfiz çaresizlik içinde küskün İstanbul’u terketmiş, kabul görmeyen büyük aşkı yüzünden bu mısrâlarla ağlamıştı:
“Yalnız yaşamaktansa Nihal’imden uzakta
Kalsam diyorum dâr-u diyârımdan uzakta”
“Gurbet” adını taşıyan şiirini de Şükufe Nihal’e ithaf etmişti. Aşk acısını terennüm eden bu mısrâlarla:
“Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir ucunda,
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,
Sen benden uzak, ben sana hasret…
Sarmış beni gurbet
Sarmış beni mecnun diye zencir gibi dağlar
Bir türbe ki ruhum gelen ağlar geçen ağlar”
Yıllar öncesinin hassas şairi Faruk Nâfiz‘e çok âşık ama ona engelleri aşıp koşup gelemeyen Şükûfe Nihal de sevgilisine kavuşamayışının acısını bu mısrâlara dökmüştü:
“Dalgalar sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım.
Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere!
Derken, bırakıp gitti elimi arkadaşım.”
Evet, yıllar önce işte böyle aşklar ve âşık olduğu halde insana has fedakârlıklarla o aşkı yaşayamayan, kalbine gömen, şiirle ağlayan erkekler ve kadınlar vardı. Zamanımızda ise böylesine büyük aşklar kalmamıştır. Çünkü artık o aşkları yaşayacak ve yaşatacak icabında fedakârlıklarla taçlandıracak incelikte erkek de kalmamıştır kadın da… Toplumun gittikçe düşen seviyesi, kadının ise erkeğe ilham veremeyecek kadar maddileşmesi, hayale yer bırakmayacak kadar gerçek hâline gelmesi bir zamanlar gürül gürül akan aşk çeşmelerini kurutmuş, bizleri şiirsiz bir dünyada yaşamak gibi bir nasipsizliğe mahkûm etmiştir.
Cemiyeti ve insanları dehânın kenarlarında gezen büyük zekâsı ve gören gözleri ile didik didik ederek analiz eden büyük romancı Peyami Safa bakın ne diyor: “ Çünkü herşey nisbidir ve hayâlin olmadığı yerde şiir değil, aşk değil, insan bile yoktur.”
Bir zamanların büyük âşığı Faruk Nâfiz’in kaleminden de son yıllarında sanki bu günleri görmüş gibi bu mısrâlar dökülmüştü:
Ne şair yaş döker, ne âşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar:
Beyhude seslenir, beyhude çağlar
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi!...
Evet, ne yazık ki bir zamanlar var olan büyük şairlerin ilhamlarıyla ruhları yıkayan aşk çeşmeleri de bir şâirin “Sütü kurumuş analar gibi” dediği tarihî çeşmelerimiz gibi kurudu. Onların yerine musluklarından gürül gürül alkol, uyuşturucu, aşk değil en kabasıyla seks akan çeşmeler çoğaldı, ben bunlara “CİNAYET ÇEŞMELERİ” diyorum.