Size sunmak istediğim yazıma daha başlarken, Yahya Kemal BEYATLI’nın şu şiirini okumanızı isterim:
AKINCI
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle…
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan,
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan
Bir gün yine doludizgin boşanan atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla…
Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hatıra titrer gözümüzde!
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Millet olarak tarih bilincimiz ne yazık ki çok zayıf. Tamam, okumayı ve yazmayı pek sevmeyiz ama hiç olmazsa atalarımız neler yapmış merak edilmez mi? Elbette okuyanlar ve yazanlar var fakat çok az ve de yavan. Binlerce yıllık geçmişi olan, pek çok coğrafyada pek çok ulusları yönetmiş; bunu yaparken de insanlık değerlerini hep korumuş büyük bir ulusun tarihine ve atalarına karşı ilgisi bu kadarcık mı olmalı?.İnanın bu konuda söylenecek-yazılacak çok şey var… Ben bu yazımda sizlere, Osmanlı İmparatorluğu’nun asker kuruluşunun bir kolunu kısaca anlatmaya çalışacağım.
Akıncılar: Pek çok tarihçi, Osmanlı’daki ‘akıncı’ teşkilatını, günümüzdeki ‘komando’ denilen askeri teşkilata benzetirler. Hatta komandoluğun akıncılardan esinlenerek teşkilatlandırıldığı bile söylenir. Aslında bu kanıya varmak için tarihçi veya asker olmaya da gerek yok; her iki oluşumun da yapıları ve işlevleri bakımından benzerlikleri apaçık ortada.
Akıncılar; beden yapısı olarak atletik, fazla hantal olmayan sağlıklı kişilerden seçilirdi. Sürekli eğitim ve hareket halinde olduklarından her türlü doğa koşullarına dayanıklı olurlardı. Kıyafet olarak, hareketlerini kolaylaştıran hafif ve rahat giysiler giyerlerdi. Genelde zırh kullanmazlar, bazen çok hafif göğüs zırhı kullanırlardı. Ağır silah ve teçhizat taşımazlardı. Silah olarak: Kılıç, kalkan, mızrak, balta ve bozdoğanları vardı. (Bozdoğan: kısa saplı, başı yuvarlak, bir tür topuz) Akıncıların atları da kendileri gibi dayanıklı ve süratli olurdu. Özel olarak yetiştirilen bu atlar akıncıların en önemli silahları durumundaydı. Gidecekleri yere hızla hareket ederler, bindikleri at yorulduğunda hemen değiştirerek yollarına aynı hızla devam ederlerdi. Akıncılar fazla abur cubur yemezlerdi. Atlarının terkilerinde taşıdıkları ‘Kûşene’ denilen bir kapları vardı. Bu kap; hem tava-tencere hem de yemek tabağı olarak kullanılabilecek biçimdeydi ve öyle kullanılırdı. Yiyecek olarak genelde; bulgur (daha sonraları pirinç), kavurma ve koyun etinden yapılmış pastırma pişirip yerlerdi. Akıncılar Osmanlı ordusunun en kültürlü ve bilinçli sınıfıydı. Aslında orduyla pek alakaları yoktu. Akıncılar kimseye bağlı değillerdi, direk padişahtan emir alırlardı. Her akıncı en az üç yabancı dil bilirdi. Özellikle Avrupa milletleri ve Balkanlarda yaşayan insanların örf, adet ve dini inançları hakkında ayrıntılı bilgilere sahiptiler. Bazıları, Osmanlı toprakları dışındaki milletler içinde bir süre yaşayarak tam anlamıyla o milletin bir ferdi gibi davranabilirlerdi. Yine, diğer milletler içinde kendilerine ajanlık yapacak insanlar bulur ve onları eğitirlerdi.
Akıncılar; savaş sırasında, daha ordu harekete geçmeden, yol güzergâhını denetim altına alırlardı. Köprüler, önemli geçitler gibi ordunun ikmal yollarını güvenceye alırlardı. Bu sırada, düşman ordusunu gözetler, haber toplar, pusu varsa bozar ve kendileri pusu hazırlarlardı. Ordu harekete geçtiği andan itibaren beş günlük yol (ilerisi) akıncılar tarafından denetim altına alınmış olurdu. Savaş sırasında ise; esas ordu zor duruma düştüğünde akıncılar imdada yetişirdi. Bazen, ileri hatlarda (beş günlük yol içinde) düşman öncülerine rastlanırsa, kesinlikle onları etkisiz hale getirirlerdi. Hatta şöyle durumlar bile olmuştur: Büyük bir düşman ordusunu gören bir avuç akıncı, ani bir baskınla koca düşman ordusunu darmadağın ettiği haller defalarca görülmüştür.
Büyük bir savaş olmadığı zamanlarda da akıncılar, rahat durmayan düşman milletler üzerine sürekli akınlar düzenlemişlerdir. Bazen günlerce yolluk mesafelere, aniden baskın yaparlar, sert darbeler vururlardı. Akıncılar harekete geçtiklerinde; küçük kafilelere ayrılarak, birbirlerinden ayrı gibi giderlerdi. Ama bir kafile zor duruma düşse veya baş edemeyeceği kadar düşmanla karşılaşsa hemen haber uçurulur ve diğer kafileler yardıma gelirlerdi. Kafileler halinde, ormanlar içinden ve geceleri ilerleyerek düşmana iyice yaklaşırlar ve darbeyi indirirlerdi. Gelişleri o kadar ani olurdu ki; ta iç taraflardaki düşman şehirlerinde bile, akıncıların ne zaman, nereden geleceği tedirginliği hep olurdu. Sınırların, dolayısıyla devletin koruyucusu ve denetçisi akıncılardı.
Akıncılar şöyle teşkilatlanmışlardı: On kişilik gurubun başına onbaşı, yüz kişilik gurubun başına yüzbaşı, bin kişilik gurubun başına binbaşı unvanı verilen komutanlar geçerdi! İlginç değil mi? Neden böyle? Çünkü akıncılar bu düzeni ataları Mete Han’dan almışlardı. Bunu böyle uygulamayı kim akıl etti? Hiç kimse, doğaçlama olarak bu böyle oldu. Bunun sırrı ‘Akıncı’ teşkilatının kuruluşunda yatmaktadır. Akıncılar; henüz Osmanlı Beyliği’nde düzenli bir ordu yokken vardı. Osman Bey’in yoldaşları olan; garındaşları ve ata dostları olan diğer boylardaki yiğitlerin çocuklarından ilk defa ‘AKINCILAR’ teşkilatı kurulmuştur. Akıncıların düzenli hale gelmesinde Köse Mihal’in çok emeği geçmiştir. Ama akıncıların bir ocak oluşturmaları Gazi Evrenos Bey tarafından sağlanmıştır. Çok kültürlü ve bilinçli olan akıncılar, ‘KIZIL ELMA’ ülküsüne sıkı sıkı bağlıydılar. Kendi aralarında parola olarak bile kullanılan bu ulvi ülkü hâlâ gönlümüzün ve yüreğimizin derinliklerinde parlayıp durmaktadır. Akıncıların bir diğer özellikleri de, aslında en önemli özellikleri öz be öz Türk olmalarıdır. Osmanlı İmparatorluğunun tebası olan diğer Müslüman milletlerden bile olsa akıncı olamazdı. Hele gayri Müslim asla olamazdı. Düşünün bir kere: Osmanlının herhangi bir tebası; asker olabilir, komutan olabilir, devlet adamı olabilir, vezir olabilir hatta baş vezir olabilir ama akıncı olamaz! Ben şuna inanıyorum; Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu, yaşaması ve yücelmesi, büyük ölçüde akıncı atalarımızın omuzlarında olmuştur. Ne zaman ki İmparatorluğun son zamanlarında, akıncılar kasıtlı olarak bertaraf edildiler, devlet çökmeye başladı. Türklükten, Türk Töresinden, Türk Dilinden ve Türk Kültüründen sapılınca, nasıl felaketlerle karşılaşmış olduğumuz tarihler boyunca görülmedi mi? Türklükten sapıp başka bir milletin kültür ve dilini öne çıkaranlar çökmeye ve yıkılmaya mahkum olmuştur. Selçuklu İmparatorluğunda böyle olmadı mı? Göktürk İmparatorluğunda böyle olmadı mı? Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde bu gerçeği çok iyi gören ve kavrayan İkinci Abdülhamit Han olmuştur. Devletin bütün kurumlarını bir anda temizleyemezdi. Temizlemeye başladığı anda kendisine ne gibi kötülüklerin yapılmaya çalışılacağını iyi biliyordu. İşte bu yüzden ilk iş olarak kendi muhafız birliğini dağıttı. Yeni muhafız birliğini Karakeçili’lerden teşkil etti. Bu amaçla, Söğüt’e gidilerek Türk gençleri içinden seçilenlerden ‘Saray Muhafız Birliği’ oluş- turuldu... Bütün bu olanların, neden ve niçinlerini, günümüzdeki insanlarımız düşünüyorlar mı?
Akıncılar; ‘aman’ diyene asla kılıç kaldırmazlardı. Kadınlara, çocuklara ve yaşlılara asla dokunmazlardı. Kafaları İlahi bilinçle, yürekleri Yaratıcı sevgisiyle dolu olan bu yiğitler, ölümden asla korkmazlardı.
Akıncı atalarımızı daha iyi anlayabilmek için akıncı teşkilatındaki gurupları da bilmek gerekir. Akıncılık atadan oğula geçerdi. Türk soyu esas alındığı için bir aile tamamen (uygun olan fertleri) akıncı olurdu. Sülaleden ve akraba aşiretlerden diğer aileleri de içine alınca çok büyük guruplar oluşmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır: Mihailoğlu Akıncıları, Evrenosoğlu Akıncıları, Turhanoğlu Akıncıları ve Malkoçoğlu Akıncıları. Hemen hepsinde olduğu gibi Malkoçoğlu sülalesinden de çok ünlü, Alp Eren akıncılar yetişmiştir. Bunlardan çok ünlü olan ikisi, Malkoçoğlu Balı Bey ve Malkoçoğlu Ali Bey’dir… Akıncıların içinde oluşturulan özel guruplar vardı. Bu özel guruplardan en önemlileri şunlardı: Fedai, serdengeçti, (dalkılıç) deli, azap ve gönüllü. Bu gurupların içinde bence en ilginçleri, ‘Deli’ ve ‘Serdengeçti’ guruplarıdır. Bu iki gurubu biraz daha açalım:
Deli Gurubu: Özel olarak eğitilirler. Cüsseli ve sağlam yapılı gençlerden seçilirlerdi. Dini bilgi, yabancı dil vb. eğitimlerinin yanı sıra askeri eğitimleri elbette vardı. Delilerin askeri eğitimi şöyleydi: Büyük, düzgün bir mermer, hamamlardaki göbek taşı gibi. Deli adayı iyi beslenir, koşar, odun yarar ama en önemli idmanı, o mermere her iki eliyle sürekli şaplak vururdu. Bu taş şaplaklama işi aralıksız yıllarca sürer. Sonunda eller tam nasırlaşıp kol kasları iyice güçlenince akına katılmaya hak kazanır. Deliler bazen silah bile taşımazlar, sadece sol koluna taktığı, icabında değiştirip sağ koluna taktığı bir kalkanı vardır o kadar. Nara atarak, deliler gibi düşmana saldırır. Düşmanın silahlı saldırısını kalkanıyla bertaraf ettikten sonra sıra deliye gelir! Düşman askerine öyle bir tokat indirir ki, çoğu kez bir tokatta düşman ölür. Ölmezse de artık savaşacak hali kalmaz. İşte o meşhur ‘Osmanlı Tokatı’ dedikleri tokat bu tokat! Düşman bu delilerden çok korkarmış, dolayısıyla delilerin ünü her tarafa yayılınca gençler arasında deli gurubuna yazılmak isteyen pek çok olurmuş. Savaş sırasında en önde bu deliler olurdu. Düşmana öyle delicesine saldırırlardı ki, düşmanın bu bir avuç deli ile baş edemez duruma düştüğü çok olmuştur. İşte düşman tam böyle afalladığında, büyük Osmanlı ordusu saldırıya geçermiş. Delilerin çoğu eyersiz ata binerdi. Deli gurubu 60 ar kişilik ‘Bayrak’ adı verilen küçük ocaklar halinde teşkilatlanmışlardı. İşte bu ocaklardan her birinin başında bir komutan olurdu bu komutana da ‘Delibaşı’ denirdi. Deliler ta uzaktan belli olurdu, diğer askerlerden ve akıncılardan hemen ayırt edilirdi. Çünkü onlar; Kurt, sırtlan, pars gibi vahşi hayvan derisinden yapılmış giysiler giyerlerdi.
Serdengeçtiler’e gelince: Akıncıların en yiğitleriydiler. Onlar için ölüm yaşam kadar doğaldı ve ölmekten hiç korkmazlardı. Ama ölmenin değil millete, vatana ve dine hizmetin esas olduğunun bilincindeydiler. Din ve Kızıl Elma uğruna başlarını ortaya koydukları için bunlara ‘Serdengeçti’ denmiştir. Yapacakları görev uğruna ölmeyi peşinen göze olan bu yiğit atalarımız, girdikleri her savaşta savaşın kaderini değiştirmişlerdir.
Akıncılar, kendilerine tahsis edilen tımarlardan ve ganimetten paylarına düşenlerle geçimlerini sağlarlardı.
Akıncıların sayıları, dönem dönem yirmi bin ile kırk bin arasında değişmiştir. İran’la yapılan savaşa ve Arap ülkelerindeki bazı savaşlara katılmışlarsa da genelde Balkanlar ve Avrupa’da görev yapmışlardır. Katletmekten ve sömürmekten başka bir şey bilmeyen barbar Avrupalılar karşısında altıyüz yıl nasıl duruldu sanıyorsunuz? Türk ve Müslüman kanı içmeye yeminli barbar haçlıların şövalyeleri ve onların katil sürülerine karşı nasıl duruldu sanıyorsunuz?
Akıncı atalarımız kutsal görevler uğruna savaşmışlar, akınlar yapmışlardır. Onlar, bilgili, kültürlü ve çok inançlı askerlerdi. Ülküleri uğruna bu dünya hayatını hiçe saymışlardı. Bence onlar evrenin (şimdiye kadar bilinen) en seçkin ve yiğit askerleriydi. Balkanlarda ve Avrupa’nın pek çok yerinde hâlâ akıncı atalarımızın izleri durmakta ve aziz hatıraları gönlümüzde yaşamaktadır. Ruhları şad olsun…
Yazımı, ünlü şairlerimizden Orhan Seyfi Orhon’un, tarihimizdeki o günlerin gurur dolu duygularıyla kaleme aldığı bir şiiri ile bitiriyorum.
EĞRİ KILIÇ
Bir eski eğri kılıç... Kakmalarla süslü kını,
Bununla belki yapılmıştı Türk’ün ilk akını!
Bir eski eğri kılıç... Kabzasında yakutlar,
Bununla belki kırılmıştı bir zaman putlar....
Bir eski eğri kılıç… Öyle sert çelikten ki,
Bunun zoruyla alınmıştı kal’alar belki!
Bir eski eğri kılıç… Kanlı paslar üstünde,
Çıkardı meydana en şanlı, en çetin günde!
Bununla tuğlarımız geçti çölde Nil boyunu,
Bununla atalarımız içti Vistül’ün suyunu!
Bununla devletimiz haçlı Garbı yendiydi,
Bununla milletimiz bir zaman efendiydi!
Bununla… Şimdi kalan sade bir şeref, bir hınç,
Bir eski eğri kılıç!
MOHAÇ TÜRKÜSÜ
Bizdik o hücumun bütün aşkıyle kanatlı;
Bizdik o sabâh ilk atılan safta yüz atlı.
Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,
Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!
Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;
Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.
Gül yüzlü bir âfetti ki her pûsesi lâle;
Girdik zaferin koynuna, kandık o visâle!
Dünyâya vedâ ettik, atıldık dolu dizgin;
En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin!
Bir bir açılırken göğe, son def'a yarıştık;
Allâh'a giden yolda meleklerle karıştık.
Geçtik hepimiz dört nala cennet kapısından;
Gördük ebedî cedleri bir anda yakından!
Bir bahçedeyiz şimdi şehitlerle berâber;
Bizler gibi ölmüş o yiğitlerle berâber.
Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden
Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden!
Ali DEMİREL: Nevzuhur Dergisi Genel Yayın Yönetmeni / ANTALYA