İnsan toplulukları, coğrafya parçalarını vatan haline getirirler. Seçim sırasında, yerleşilecek toprakların zenginliği ön planda tutulur. Su, toprak zenginliği sağlayan en önemli unsurdur. Aral Gölü, böyle bir zenginliğin merkezi olduğu için Türk topluluklarını kendisine çekmiştir. Tarihî adıyla Amu Derya ve Siri Derya, günümüzdeki isimleriyle Ceyhun ve Seyhun ırmakları, asırlar boyunca Aral Gölü'ne hayat taşıdılar.
Aral Gölü'nün ölüm fermanı, Stalin döneminde imzalandı. Stalin, pamuk üretimini artırmak istedi. Kendisine, SSCB'de yeterli miktarda pamuk üretildiği söylendi. Dinlemedi. Dönemin Özbekistan Başbakanı Hocaev; ‘İnsanlar pamuk yemez.’ diyerek karşı çıktı. Özbekistan Komünist Partisi Genel Sekreteri İkramov, alternatif ziraat politikaları için projeler hazırladı. İnsanoğlunun tanıdığı en vahşi insan kasabı olan Stalin, Türk soyundan insanların neslini yok etmek için kararlıydı. Kendisine karşı çıkanların hepsini, ‘Burjuva milliyetçileri - rejim düşmanları’ diyerek idam etti.
Stalin'den sonra göreve gelen yöneticiler ve özellikle Brejnev, aynı jenosid - soykırım cinayetlerine devam ettiler. Bölgede uygulanan tarım politikalarını tenkit eden Rus ilim adamları, çeşitli baskılarla susturuldu. Acı gerçek Gorbaçov döneminde görüldü. Fakat artık iş işten geçmişti.
Türk yurtlarını sömürerek gelişen Sovyetler Birliği, ‘daha fazla pamuk’ sloganı ile Aralı besleyen ırmakları pamuk tarlalarına yönlendirmeden önce Aral’ın yüzölçümü 68.000 kilometrekare idi. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, yüzölçümü 11.500 Km2 olan Marmara Denizi’nin yaklaşık 6 katı büyüklükte idi. Günümüzdeki yüzölçümü ise 6.000 Km2’den daha azdır ve her geçen gün, daha da azalmaktadır. Su yüzeyinin deniz seviyesinden yüksekliği de 53 metreden 10 metreye inmiştir. Ölüm fermanının imzalandığı tarihlerde, içerisinde 25 ayrı çeşit balık yaşayabiliyordu.
Aral Gölü'nü, çağımızın en büyük tabii felaketi haline getiren gelişme, bu değişiklerle meydana geldi. Gerek su seviyesinin azalması, gerekse tarım alanlarında kullanılan ilâç artıklarının su yolu ile Aral Gölü'ne gelmesi sebebiyle, su canlıları tamamen yok oldu. Gölün kuruyan bölümlerinden kalkan toz bulutları çevreye ölüm saçmaktadır. Fakirlik sebebiyle başka yerlere göç edemeyen çevre insanlarını gördüğünüzde içiniz acır. Tarlasında çalışan bir deri - bir kemik zayıflığında, dişler çürümüş, saçlar dökülmüş veya ağarmış, gözler iki çukurda adeta kaybolmuş. İlerlemiş yaş sebebiyle bedenleri iki büklümdür. Bir hastanenin yoğum bakım bölümünde, destek ünitesine bağlı olarak hayata tutunması gerekirken ekmek parası için çalışmaktadır.
İlerlemiş yaş… Görüntü, sizi aldatmıştır. Bölgede 50-55 yıldan fazla yaşayan insan yoktur. Sorunuz; ihtiyar zannettiğiniz o adam, 30-35 yaşındadır. Aral'ın başına gelen felâketler, onu 50 yaş ihtiyarlatmıştır. Aral çaresiz, insanları dermansız, siz üzgünsünüzdür. Ozan olsanız, türkü yakabilseniz... bir Aral Ağıtı çıkar ortaya. Dinleyenleri ağlatan...
Bir bölümü Kazakistan, bir bölümü de Özbekistan sınırları içerisinde bulunan Aral Gölü, ilim adamları ve çevreci kuruluşların ilgi odağıdır. Yıllar süren araştırmalar neticesinde çâre bulunmuştur. Fakat paraca destek bulunamadığından, gölün tamamen kuruması ve kapladığı alanın çölleşmesi engellenemiyor. Hızlı gidiş durdurulamazsa, 10 yıl sonra göl, çöl ortasındaki bir çukur olarak bölge coğrafyasındaki yerini almış olacak.
* * *
Aral Gölü çevresi Türk kültürünün doğum yeri değilse bile mutlaka beşiğinin sallandığı yerdir.
Kazakistan Korkut Ata Kızılorda Devlet Üniversitesi’den ilim heyetinin Aral’ın 25 metre derinliklerinde yürüttüğü kazılar neticesinde ortaya çıkarılan Kerderi kümbetleri ve arkeolojik kalıntılar Anadolu’dakilerle aynı. Kazakistan’daki ‘Akiler’in, günümüze intikal eden ismiyle Ahi Teşkilatı’nın ilk kuruluş yeri burasıdır.
Tâkip edilen yol üzerindeki izler ve kalıntılardan, bölgede yaşayan insanların iki ayrı koldan ilerlediği tespit edilmiştir. İslamiyet’le şereflenen Oğuzlar, Selçuklular olarak Anadolu’ya, henüz Müslüman olmayan Oğuzlar ile Kıpçaklar ise Gürcistan’a gelmişlerdir. ‘Çıldır Atabekleri’ olarak anılan Kıpçaklar 1576’da Lala Mustafa Paşa, bölgede yaşayan Türk soylu insanların gönüllü yardımlarıyla Çıldır’ı fethedince, Atabek’i, İstanbul’a gönderdi. Atabek Müslüman oldu ve Mirza Çabuk adı verilerek ve vali olarak vazifelendirilerek Çıldıra döndüğünde halkı da İslamiyet’le şereflenmiştir. Günümüzde kötü kaderleri sebebiyle içimiz yanarak ‘Ahıska Türkleri’ olarak andığımız insanlar, Çıldır Atabekliği ahalisinin torunlarıdır.
Kıpçaklar Aral Gölü çevresinden ayrıldıktan sonra çok geniş bir alana yayıldılar. Onların, Aral çevresindeki kayalar üzerine çizdiği motiflerin aynısı, günümüz Kırgızistan’ının bayrağında karşımıza çıkmaktadır.
Oğuzların güneş damgası Azerbaycan’daki kaplarda ve Erzurum’un Oltu İlçesi’ndeki koç ve koyun heykellerinde görülmektedir. Hıristiyan âleminin simgesi olan haç motifini, Kıpçakların halı ve kilim dokumalarında görebilirsiniz. Yarısı kartal, yarısı pars olan Dış Oğuzların ongunu Simurg kuşu figürü, İpek Yolu’nun her yerinde karşımıza çıkıyor. Tataristan ve Hakas Devletleri’nin arması, Kazakistan’ın millî simgesi olan Simurg, Hunlardan itibaren birçok Türk Devleti’nin yanı sıra Roma’nın kurucusu Tursakalardan meydana gelen Etrüksler aracılığıyla İtalya’da ve Almanya’da kullanılmaktadır.
Türkistan’da bulunan Bayındır’dan İzmir’deki Bayındır’a getirilerek gemilere yüklenen mallar, Kıpçaklar tarafından deniz yoluyla İtalya’ya taşınıyordu. Böylece Kıpçaklar, kültürlerini de Avrupa’ya getirmiş oluyordu. Orta Asya’daki Turan Denizi’nin Ege’de Tiran Denizi olarak karşımıza çıkması da bunlara örnek teşkil ediyor. Orta Asya’daki kaya resimleriyle İtalya ve bu bölgedeki amblemlerin sırrı budur.
Erzurum Atatürk Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Tahsin Parlak, halı ve kilim motiflerini araştırmak için gittiği Kazakistan’da, Orta Asya’da yaşayan Türklerin Kıpçaklar aracılığıyla Avrupa’ya taşıdıkları kültürün izlerini buldu.
Araştırmacılar; Osmanlı Devleti’nin bayrağında yer alan üç hilalin, bozkırdaki yarı göçebe hayatı temsil eden Akkır’ı, İpek Yolu’nu anlatan Akyol’u ve ince şehir hayatını gösteren Akkurgan’ı simgelediğini belirtiyorlar. Denilebilir ki bu ince şehir hayatıyla kültür ve medeniyetin beşiği durumundayız. Ancak bugün batı, bizi yalnızca bozkır hayatıyla ön plana çıkarıyor. Orta Asya’daki kaya resimleri incelenirse, Türklerin binlerce yıl önce Bering Boğazı’nı nasıl aştığı, yeni dünyaya nasıl ulaştığı görülür.
Bu bilgiler ve daha fazlası, her ikisi de Rahmet-i Rahman’a kavuşan Reha Oğuz Türkkan’ın eserlerinde ve Tahsin Parlak’ın ‘Aral’ın Sırları’ isimli kitabında yer almaktadır.