Atatürk zeki, akıllı ve büyük bir kumandan, büyük bir insan, değerli bir devlet adamı ve ileri görüşlü, pratik bir politikacıydı. Bir teorisyen veya ideolog değildi. Buna özenmedi de. Batı’daki gelişmelerden geri kalmış olan toplumumuzu köklü bir değişikliğe uğratmak, Batılılarla aradaki mesafeyi kapatmak ve Osmanlı devlet adamı ve idârecilerinin 250 yıldan beri yapmak isteyip de yapamadıklarını kısa zamanda yapmak istiyordu. Aslında bunu yapmak için yeni bir ideolojiye de ihtiyaç yoktu.
Doğru ve dürüstçe düşünmek gerekirse, bir iş eğer samimî olarak başarılmak isteniyorsa, başarmak isteyenlerin belli bir ideolojiye saplanıp kalmasına veya bir ideolojik çerçeve ile sınırlanmasına veya belli sınırlar içine hapsedilmesine ihtiyaç yoktu. İşin önemi ve büyüklüğü buna cevaz da vermez. Atatürk de bu ihtiyacı duymamıştır. Çünkü, her türlü kalıplaşmış, katı, dogmatik fikir ve sloganlardan uzak kalması gerekiyordu ve yapılacakların yapılıp hedefe ulaşmak için insana, insanın aklına güvenmesi ve dünyanın gelişmesini örnek alması yeterliydi.
Aslında, her ideolojinin sınırlan belli, değişmeyen ve hemen her konuyu içine alan bir politikası veya programı vardır. Bunu ise, genel olarak bütün milletlere ve milletlerin zamanla değişen imkân ve şartlarına tatbik etmek mümkün değildir. Dolayısıyla da Atatürk, daha önce de belirttiğimiz gibi, ‘Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katî, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış düstur bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Zaman süratle değişmektedir. Milletlerin, toplumların şahsî mutluluk ve mutsuzluk anlayışı değişmektedir. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümlerin getirildiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişmesinin inkârı olur,’ demek ihtiyacını duymuştur. Dolayısıyla da kendinden sonra ve kendisine mal edilmek üzere, ortaya çıkacak bütün iddialara gereken cevabı sağlığında vermiştir.
Ayrıca, Atatürk hakkında ciddî ve objektif araştırma yapan ve doğru değerlendirmelerde bulunan hemen herkes bir konuda anlaşmaktadır: Bu, cumhuriyetin belli yıllarında doğru ve yanlış birçok sebepler ileri sürülerek demokratik sisteme geçilmeyip memleketin tek partiyle idâre edilmesinden Atatürk’ün fazla memnun olmadığıdır. Bunu ortaya koyan çok önemli vesikalar vardı. Bunun için, memleket gezilerinde ve kendi muhitinde bâzı değerlendirmeler yapmış, bâzı teşebbüslere girişmiş ve fiilî olarak çok partili sisteme geçmek üzere Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasını teşvik etmiştir. Bu suretle de, belki bazı işleri etrafındakilere kabul ettiremediği, belki de kendisine doğru belgeler verilmediği için veyahut da hakikaten mecbur kalındığı için demokratik sisteme geçilememiştir. Bundan Atatürk’ün memnun olmadığını ve hayıflandığını Mete Tunçay’ın 1930’ların ortalarında, Atatürk tarafından söylendiğini ortaya koyduğu şu sözlerden anlamak mümkündür:
‘Bugünkü manzara aşağı yukarı bir diktatorya manzarasıdır. Demek, ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesidir. Yazık.’
Aslında Atatürk, demokrasinin kurulmasıyla ilgili benzeri fikirleri birçok yerde ve zamanda ileri sürmüştür. Bunlardan birini Prof. Ergun Özbudun şu şekilde belirtmektedir:
“Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunun tartışılması sırasında, Atatürk, Fethi Okyar’a şöyle der: ‘Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir diktatör manzarasıdır. Vakıa bir Meclis vardır. Fakat dâhilde ve hariçte bize diktatör nazarıyla bakıyorlar... Halbuki ben Cumhuriyet’i şahsî menfaatlerim için yapmadım. Hepimiz fâniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum.”
Bize göre, bir nevî vasiyet gibi düşünülmesi gereken sözlerdir bunlar. ‘Hiçbir nass-ı katî, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış düstur bırakmıyorum’ demek, hiçbir ideolojiye bağlı değilim ve ideolojik saplantılarım yok demektir. Zaten aksi olamazdı.
Niçin olamazdı? Çünkü ideolojilerin hepsinin mutlaka, hem somut siyasî programları, hem toplumu toptan plânlama esasına bağlı prensipleri, hem de devamlı ve değişmeyen sloganları vardır. Bunların hiçbiri demokrasiyle bağdaşmaz. Bu gibi ölçüsüzlüklerin genel olarak ilimle, akılla, mantıkla ve inançla da ilgisi yoktur. Böyle olduğu için de bu gibi fikirlerin Atatürk’e mal edilmesi son derece yanlıştır. Bunun yanlış olduğunu, Osmanlı tarihi, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk’le ilgili ciddî araştırmalar yapan dünyanın ünlü ilim ve politika adamları da kabul etmektedirler.
Prof. Özer Ozankaya, bu konularla ilgili olarak, özellikle de Atatürk’ün dogma fikirleri olup olmadığı ve Atatürk ilke ve inkılâplarıyla ilgili olarak, yâni, bunların ne olup olmadığını ortaya koymak için, biraz da muhataplarına kendi fikirlerini empoze ederek, önemli bir röportaj araştırması yapmıştır. Bu araştırma, çoğu dünya çapında ilim adamı olmak üzere, hemen her sâhada isim yapmış 43 kişiyle konuşularak yapılmıştır. Bunlardan bir kısmı sorulara nezaket icabı Özer Ozankaya’nın istediği yönde cevaplar vermiş, bir kısmı soruları geçiştirmiş, birisi de meselâ, Prof. Klaus Lieke Harkort açık açık, ‘Siz beni Atatürkçü yapmaya uğraşıyorsunuz. O’na saygı duyuyorum. Ancak, neden insanların % 80’ninden fazlasının köylerde yaşadığı bir ülkede, işe kentlerden başladı diye bir soruyu da sorabilir miyim?’ şeklinde bir cevap vermiştir.
Biz burada Prof. Bernard Lewis, Mihail Gorbaçov ve Prof. Jacques Thobie’nin fikirleri üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü bunlardan Bernard Lewis, Türkleri ve Türkiye’yi iyi tanıyan, başta Modern Türkiye’nin Doğuşu adındaki eseri olmak üzere, Ortadoğu memleketleri ve halklarıyla ilgili değerli kitapları bulunan bir ilim adamıdır. Mihail Gorbaçov, memleketinin ideolojiden neler çektiğini ve ideolojinin milletine nelere mal olduğunu yaşayarak bilen ve bu durumu değiştirmede çok önemli rolü olan bir devlet adamıdır. Prof. Jacques Thobie ise, Osmanlı târihi ve Türkiye Cumhuriyeti üzerine birçok eser yayımlamış değerli bir tarihçidir.
Evet, bu değerli insanlardan Bemard Lewis’e Özer Ozankaya tarafından, ‘Prof. Lewis, sizce Atatürk’ün düşüncelerinin ve eylemlerinin Türk milleti için, geri kalmış ülkeler için ve genellikle dünya için kalıcı öğeleri nelerdir?’, şeklinde bir soru soruluyor.
Bernard Lewis’in cevabı son derece kısa, açık ve nettir, şöyle diyor: ‘Hürriyet ve barış! Bence Atatürk’ün kalıcı söyleminin özü, bu iki kelimeyle özetlenebilir. Özgürlükle, yalnız yabancı boyunduruğu altındaki insanların siyâsî bağımsızlığını değil, kendi ülkesinin insanları için de özgürlük sağlamayı anlatıyordu. Barışla da, kendisinin dediği gibi hem yurtta, hem de dünyada barışı istiyordu.’
Özer Ozankaya, Gorbaçov’a ‘Atatürk’ün izlediği ve başarısını da ispat ettiği yöntemin dünya için bir üçüncü yol olarak karşımızda bulunup bulunmadığı konusundaki görüşünüzü öğrenebilir miyim?’ şeklinde bir soru yöneltiyor. Bu soruya Gorbaçov’un cevabı şu oluyor:
“Her teori veya ideoloji, modellerle ve tezlerle suç işlemektedir. Bu modeller gerçek hayata empoze edilmektedir. Komünistler, Lenin ve Bolşevikler olumlu sloganlarla geldiler: ‘Köylülere toprak, işçiye fabrika, kölelere hürriyet, halklara barış verilecektir’ dediler. Bunları vermek için de diktatörlük yolunu seçtiler. Bu ise, totaliter düzen ile sonuçlandı.”
Bana göre en önemli şey, halkı önceden hazırlanmış belli bir şemaya itmemek gerekir. Toplum kendisini memnun edecek hayatı kendisi kurmalıdır.
Bu, her ülkede farklı olabilir. Zira her ülkenin, her halkın kendine özgü bir tarihi, kültürü ve düşünce yapısı vardır. Liberal değerleri, sosyal değerleri veya İslâmî değerleri olan yönler vardır. Bunlar değişik yönelişlerdir. Sonrası ise, toplumun hayatıdır. Toplumda siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel yapıyı oluşturur.
Atatürk’ün düşüncesi, belli bir şeyi kendisine dogma olarak kabul etmemiş olmasıdır. Yeni ve genç bir topluma belli bir yön vererek, kendisine özgü bir yolda yürümesini değil, toplumun istediği bir rejimi bulmasını istiyordu.
Toplumu belli bir yöne itme gibi bir eylemi Bolşevikler düzenledi. Onlara göre bu yol doğru idi. Bunun sonu başarısızlık oldu. Bu konuda Mustafa Kemal Atatürk akıllıca davrandı, ancak zamanı yetersizdi.
Bu konuyla ilgili olarak aynı sorulara Prof. Jacques Thobie şu cevabı veriyor: ‘Bence Atatürk’ün sürekli olarak kalıcı olmasının sebebi, her sorunun çözümünü öngördüğü düşünülen bir ideoloji gibi biçimlendirip ortaya koymuş olmamasıdır. Aksine, bunu sağlayan, O’nun pragmatist yanının bulunması, yani, hayatın değişen şartlarını hep göz önünde bulunduran bir düşünüşe sâhip olmasıdır.’
Bize göre Atatürk ilkeleri, diye kabul edilen Altı Ok’un da laiklik hâriç hiçbirinin bugünün ölçüleri, değerleri, aklı ve mantığıyla ilke olması mümkün değildir. Bunları, 1928-1935 yıllarında, o günün Türk toplumu ve belli bir dönemin siyâsî, iktisâdî, sosyal ve kültürel önceliklerinin sıralanmasından başka bir şey olarak düşünmek yanlıştır. Dolayısıyla bunların sonraları tek parti idaresinin sübjektif ve değişik anlayışı, yanlış ve aşırı tatbikatı sonucu eğilip bükülerek devlet politikası hâline getirilmesi, esası değiştirmez. Türkiye’nin bugünkü siyâsî, iktisâdî sosyal ve kültürle alakalı şartları o kadar değişmiştir ki, bunların bugün bir parti programı içinde yer alması bile mânâsız olduğu gibi, tek parti devrindeki gibi zorlayıcı, hattâ emredici tatbikatı düşündürmektedir. Ayrıca da ilme, akla, mantığa, memleket ve dünya şartlarına aykırıdır. Lâikliğin ise târifi yoktur ve herkese göre değişmektedir.
Bugün her nesil, bazı temel prensipler çerçevesinde siyâsî, iktisâdî, sosyal ve kültürle alâkalı değerlerini kendisi tespit edecektir ve hedeflerini kendisi seçecektir. Bu bütün dünyada böyledir ve gelecekte de böyle olacaktır.
Kaynak: Mehmet Turgut: Dün, Bugün ve Geleceğin Güçlü Türkiye’si. Boğaziçi Yayınları, İstanbul 2005