Basınımızın kamuoyuna ilettiği göstergelere bakılırsa bardağımız ağzına kadar dolu. Konu ile biraz ilgilenenler, bardağın ancak yarısının dolu olduğunu kabul ediyorlar. Derinden tâkip edenler ise, bardağın dibinde biraz ıslaklık bulunduğunu görebiliyorlar. İyimserliklerinin sınırlarını zorlayanlar; ‘Ona da şükür. Bardak, kup-kuru da olabilirdi.’ Diyebilirler.
Şeytanın avukatlığını üstlenmiş olmamak için göstergelerin göstermediklerini araştırmasak bile, göstergelerin çizdiği parlaklıkların-mükemmelliklerin günlük hayatımıza neden yansımadığını sormak-sorgulamak… en tabii vatandaşlık hakkımız olmalı.
Ekonomiden sorumlu yöneticilerden bâzılarının şeffaflığı karartma veya (en azından) rakamları pembeleştirerek iyimser yorumlama eğiliminde olduğunu görmezlikten gelmek de mümkün. Fakat o zaman, okuyucuyu bilgilendirmek görevi üstlenen yazarlar için görev ihmali söz konusu olur. Diğer taraftan; Türkiye ilgili ekonomik gelişmeleri, yalnız TÜİK vermiyor. Diğer millî kuruluşlar ile milletlerarası organizasyonlar da inceleyip raporlar hâlinde yayınlıyorlar. Onları görmemek hiç olmaz.
GÜÇ VE REFAH
Devlet felsefelerinde iki temel prensipten hangisinin tercih edileceği tartışılır: 1- Güçlü devlet, 2- Müreffeh millet.
Göstergelerdeki olumlu gelişmeler devlete güç olarak yansıyorsa; nasıl oluyor da devlet, milletin güvenliğini sağlamakla görevli jandarmasını-polisini terör belâsına karşı koruyamıyor?
Diğer taraftan batılıların ikiyüzlü davranışlarına ses çıkaramıyoruz. Hatırlanacağı üzere; Bir târihte Avrupalılar Orhan Pamuk’un; ‘Türkler 1.000.000 Ermeni, 30.000 Kürt öldürdü’. Hırant Dink’in; ‘Türklerin damarlarındaki kirli kan…’ sözlerinin, ifâde özgürlüğü olarak kabul edilmesi gerektiğini iddia ettiler. Bu sebeple milletimize-devletimize hakaret eden suçluları yargılamaktan vazgeçtik. İngiliz târihçisi David Irving, 40 yıl önce yayımladığı Hitler’in Savaşı isimli kitabında; ‘Auschwitz’te gaz odası yoktu.’ Diyerek Yahudi soykırımını inkâr ettiği gerekçesiyle Viyana Mahkemesi tarafından 3 yıl hapis cezâsına çarptırıldı. Güçlü devlet, gereğini son olaya göre yapmaz mı?
Göstergelerin ortaya koyduğu imkânlar, milletimizin en mütevazı şartlarda ve ‘orta halli’ denilebilecek bir hayat yaşaması için kullanılıyorsa, işsizlik oranı niçin % 10’ların altına çekilemiyor?
Gelecek zaman dilimlerinde bu tablo daha da kararacak. Çünkü işgücü piyasasının tarım kesiminde daralmalar, sanayi kesiminde genişlemeler gözleniyor. Sanayi tesislerimiz, ‘özelleştirme’ adı altında yabancılara satılıyor. Yabancılar, teknolojiye öncelik tanıyan sistemler uyguluyorlar. Bu sebeple istihdamda daralmalar yaşanıyor. Verimin artırılması, dünya piyasaları ile rekabet edilebilmesi için böyle yapılması şart. Çâre; yabancı sermayeyi, mevcut tesislerimizi satın almak için değil, yeni yatırımlar yapmak için ülkeye çekebilmekle bulunabilir. Devlet güçsüz ve güven vermekten uzak ise, yabancı sermâyeyi bu maksatla ülkeye getiremez.
İşsizliği azaltmanın yolu, üretime yönelmek ve fazla üretimi ihraç etmekten geçer. Üretmeden tüketen toplumların gelişme sağladıkları, bu toplumların devletlerinin güçlü olduğu, hiçbir ekonomi kitabında yazmıyor.
Üretmeden tüketiyoruz onun için baş döndürücü hızla fakirleşiyoruz.
Bir başka olumsuzluğu gelir dağılımında yaşıyoruz. Paylaşımda problemlerimiz var. Fakirimiz daha da fakirleşiyor. Artan gelir, milletlerarası ölçülere uygun şekilde paylaştırılamıyor. Bu konuda ciddî sıkıntılara açılan kapıların eşiklerine gelmiş bulunuyoruz. Gelir dağılımındaki bozukluk sebebiyle; açlık sınırında yaşayanlarla fakirlik sınırının altına düşenlerin sayısı artıyor. Güçlü devletlerde, halkı refah içerisinde olmasa bile, geçim sıkıntıları ile dertlenmemiş toplumlarda; en üst düzeyde gelire sâhip olan nüfusun % 20’sinde kişi başına gelir, en alt düzeyde gelire sâhip olan nüfusun % 20’sindeki gelirin 8 kat olduğunu biliyoruz. Türkiye’de bu rakam 11,2’dir.
Neden böyle diye soran var mı?