Hayata Tutunmaya Çalışan Bir Candı “NESLİCAN”

Her insan gibi o da İçinde bulunduğu hayat serüvenini sağlıklı ve mutlu bir şekilde sürdürme arzusundaydı. Kendi isteği ile gelmediği bu dünyada dolu dolu yaşamak istiyordu.

Gençti, dünyanın sürprizlerle dolu olduğundan haberi yoktu. Hayalleri ile bulutların üzerinde uçuyordu.

Yaşam, bazı insanlara cömertçe kapılar açarken; kimilerini de dehlizlerde yürüttüğünü bilmeyecek kadar körpeydi.

Yeni doğan bir karaca yavrusunun, bir aslanın yiyeceği olmasını izah edemeyen dünyanın gerçeklerinden öylesine uzaktı ki!

Sakin bir denizde, yelkenlisiyle huzurlu bir yolculuk yaparken, mavi gökyüzünün birden kararıp dalgaların vahşi bir yaratık gibi yaşam teknesine hızla çarpacağını nasıl tahmin edebilirdi ki!

Gençti, güzeldi, yaşama bağlıydı. Sempatik tavırlarıyla etrafa neşe saçan bir yapısı vardı.

Hayatın ne getirip götüreceği belli mi olurdu! Kimini getirirken, kimini götürüyorlardı. Bu işin sırrını da kimseye söylemiyorlardı.

Yaşam parkurunda koşarken sendeledi, düştü, kalkmak istedi; kalkamadı! Onu taşıyan bacaklarından birini kaybetmişti.  Yarışın sonuna kadar koşacağım dedi ve ayağa kalktı.

Hayatın bu acımasızlığını kabullenmek istemedi; direndi, güldü etrafına ümit verdi! Savaşın ortasındaki Amazonlar gibi yiğitçe vuruştu. Feleğin kolu bükülmezdi da bükemedi! Acısını, karamsarlığını gülücükleriyle karşıladı. Kesilen bacağına inat, dimdik ayakta kaldı!  Kaygusuz Abdal gibi “İnsanın el, ayakla baş olmadığını” dünyaya haykırdı.

O, insanın mana olduğunu bize hatırlattı. Biraz daha nefes alıp vermek istiyordu. Hepsi buydu. Mücadelesini kaybetmedi. Mademki insan ömrü sınırlıydı ve zaman izafî bir kavramdı. Ömrün uzun veya kısa olmasının ne önemi olabilirdi? Maksat “ Kubbede hoş bir sada bırakmak “ ve onu anlamlı kılmak değil miydi?

Onu da yaptı. Sevildi, gönüllere girdi, örnek oldu. Mücadelesi takdir gördü. Kelebekler kadar masum bir hayatı, kelebekler kadar kısa bir ömürle tamamladı.

Toplum olarak onu sevdik, bağrımıza bastık, dualarımızla ona destek verdik. Kaybedilen her can gibi aramızdan ayrılınca üzüldük. Neslican gibi bir canın hayattan kopmasına üzülürken, bir takım vicdanları körelmiş insan müsveddelerinin onunla ilgili yaptıkları ahlâksız yorumlarıyla da bir kez daha üzüldük.

Kendilerini cennetin baş köşesine oturtturan ve Allah adına hüküm verecek noktada olduklarını zanneden mahlukların yaptıkları paylaşımları görünce, Yunus’un ve Mevlana’nın coğrafyasında bu lânet kafaların nasıl hayat bulduğuna şaşırıp kaldık. Hele, insanları rehabilite etmesi gereken bir akademisyenin, maksadını aşan yorumlarda bulunması kabul edilebilir değildi.

Protez bacakta dahi çıplaklık arayan ahlâksız bir kafa yapısıyla, bilimsel veriler yerine, tutarsız açıklamalarda bulunan bir akademisyenin bakış açısı, toplumun nereye doğru çekildiğini göstermesi açısından acı vericiydi.

Cenneti satın aldıklarını zanneden paranoyakların, bir genç kızın hayata tutunmak için verdiği mücadeleyi, din dışılık ve cehennemlik kavramlarıyla açıklamaya çalışmaları “ Yaşasın zalimler için cehennem !” sözüyle ancak cevaplanabilir.

Dünyanın her köşesinde, her gün, ne genç kızlar, ne delikanlılar pembe hayalleriyle toprağa girerken, kimileri de anne karnından dünyaya merhaba demekte, hülâsa çark-ı devran böyle dönmekte. Bunun sırrını çözmek biz aciz kulların yapacağı bir iş değildir.

Kul olarak yapmamız gereken; kırmadan, dökmeden, sevgiyle, muhabbetle bu yolculuğu gönül rahatlığıyla yapmaktır.

Güzel kızımız. Sen, kısa süren bu yolculuğunda kalplere girmesini bildin, anlamlı bir hayat sürdün. Şifa arayanlara ümit oldun, güç kattın, moral verdin. Seni o güzel gülüşünle, dik duruşunla azim ve kararlılığınla hatırlayacağız.

Makamın cennet olsun, nur içerisinde yat.