Yıkılan Cihan İmparatorluğu’nun külleri arasında doğan bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli hedefi, muasır medeniyet seviyesine erişmek için fikri hür, vicdanî hür, irfanı hür nesiller yetiştirmekti.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu amaç doğrultusunda yetiştirilen gençlerin büyük çoğunluğu ülkenin kalkınmasında ve gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuşlar, Cumhuriyet felsefesinin kendilerine yüklemiş olduğu sorumluluk bilinciyle hayatın her alanında kendilerine düşen görevleri lâyıkıyla yapmaya gayret etmişlerdir. Yurt içinde ve yurt dışında eğitimlerini tamamlayan bu gençler sayesinde Cumhuriyet az zamanda çok işler başarmıştı.
Vatana hizmet etmekten başka hiçbir düşünceleri olmayan bu gençler, makam elde etmek ve para kazanmak düşüncesinde olmadıkları gibi yabancı akımların etki alanlarına fazla kapılmamışlardı.
İlerleyen yıllarda emperyalist ülkelerin dünya üzerinde estirdikleri ideolojik rüzgârların ülkemize ulaşmasıyla birlikte ülke gençleri de kendilerini bu atmosfer içinde bulmuştu.
İşte bu süreçte, sağ ve sol cereyanlar ile dinî akımların etkisiyle savrulan gençlikle ilgili ileride doğabilecek sorunlar yönetici kadroların kapsam alanına girmemiş, gençleri bekleyen tehlikeler siyasî çıkarların gölgesinde unutulup gitmişti.
Gençlik nereye gidiyor diye endişe duyması gereken kesimler bu enerjik ve temiz bedenleri kendi siyasî çıkarları için kullanmayı hedefleyerek emperyalist ülkelerin ekmeğine yağ sürmüşler; pırıl pırıl bir nesil Amerika, Rus ve Çin gibi ülkelerin yayılmacı politikalarına alet edilmişlerdi.
1968 yılında başlayan gençlik hareketleri ve sendika eylemleri ile taraf toplayan akımlar, üniversite gençleri ve işçiler üzerinde etkili olmuşlardı.
Bunun neticesinde eli kalem tutması gereken gençler Filistin’e gerilla eğitimi almak için gitmişler; kimileri de komando kamplarında teselli bulmuşlardı.
1980 İhtilali perdeyi kapatırken binlerce genç toprağa düşmüş, kimileri zindanlarda çile çekmiş, kimileri de istikballerinden olmuştu. Fatura, gençlere ve ailelerine kesilmişti.
Gençler üzerinde hesap yapanlar bunlarla da yetinmemişlerdi. İran Devrimi’nden sonra siyasal İslam’ın güçlenmesiyle birlikte gençlik, yeni bir akımın hedef kitlesi haline gelmişti.
Arka bahçe olarak tarif edilen bu gençlik, yine siyasetin taşıyıcı gücü olarak sahaya sürüldü. Bu gençler içerisinde cihat için Afganistan’a ve Çeçenistan’a gidenler dahi oldu!
SSCB yıkılmış, meydan ABD’ye kalmış görünüyordu. Artık ABD emperyalizmi İslam dini üzerinden emellerini gerçekleştirir olmuştu.
“Bir lokma ve bir hırka” felsefesi ile beyinleri hipnoz edilen gençler, Türk Okulları adı altında dünyanın dört bir yanına gönderildiler.
Anadolu’nun bu saf ve temiz çocukları Alperenlik ruhu ile gittikleri okullarda ABD emperyalizminin çıkarlarına çalıştıklarından haberdar dahi değillerdi.
Tabiatın boşluğu affetmediği gibi emperyalist güçler de boşluğu affetmediler. Bu sefer hedeflerine Kürt gençlerini koydular. Onları etkilemek, öbürlerinden daha kolaydı. Etnik kavramlar üzerinden işe giriştiler. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun ihmal edilmiş köylerinden, mezralarından gençleri saflarına çektiler. Onlara statü verip, ceplerine para koydular. Kısa sürede beyinlerini yıkadıkları gençlere yeni bir kimlik kazandırıp Kandil’e sürdüler.
Oysa, gençleri kapmak için kimler sıraya girmemişlerdi ki: PKK, FETÖ, tarikatlar, cemaatler, siyasi örgütler bu yarışın öncüleriydiler. Tüm ülkenin gözü önünde gençlere kıyılırken onları korumak ve kollamakla görevli yetkililer yaşananlara sadece seyirci kaldılar.
Şimdi, kurda kaptırdıkları kuzuları için ağlayıp şikâyet ediyorlar. Artık anneler, çocuklarını siyasî hesaplarına alet eden, siyaset avcılarının yakasına yapışıp “Yol ve köprü yaptınız, üniversiteler kurdunuz, okullar inşa ettiniz, sağlık kuruluşları yaptınız, polis ve asker sayısını artırdınız, makam araçlarını çoğalttınız, maaşlarınıza zam yaptınız, ama çocuklarımızı ideolojilere ve siyaset ağababalarına kaptırdınız.” diye haykırıyorlar.
Aslında ağlanacak, şikâyet edilecek ve çözüm aranacak yer milletin temsil edildiği TBMM’dir.
Siyaset kapılarında çocuklarını arayan anaları gördükçe Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytin dağı” isimli kitabında anlattığı Birinci Cihan Harbi sonrası Adana İstasyonu’nda önüne gelene “Mehmet’imi gördünüz mü” diye soran Anadolu’nun gözü yaşlı analarını hatırladım.
Parti kapılarında çözüm aramak yaralara merhem olur mu bilinmez ama gençler üzerinden siyaset yapmak ve onları kendi emellerine hizmet ettirmek düşüncesi ortadan kalkmadığı müddetçe anaların gözyaşları dinmez, diye düşünüyorum.