Türk dilinin bilinen en eski sözlüğü olma özelliğine sâhip Divanü Lügati’t-Türk, yazıldığı dönemin Türk toplulukları ile ilgili önemli bilgilere yer veren bir şaheserdir. Bu sözlükte yer alan sosyal normlarla ilgili kavramların belirlenmesi, o dönemdeki Türk topluluklarının hayat tarzları ve hayata bakış açıları açısından önemli ipuçları vermektedir.
Dîvânu Lugati’t-Türk’de kelimelerin karşılıkları verilirken kullanılan örnek cümleler, atasözleri, deyimler ve diğer açıklamalar, döneminin Türk topluluklarının sosyal hayatıyla ilgili zengin bir malzemeyi önümüze koymaktadır. Bu zengin malzeme içinde günümüz halk bilimi araştırmalarının temelini oluşturan hayat standartları hakkında bilgiler yer almaktadır. Eserin farklı sayfalarında dağınık bir biçimde yer alan bu bilgiler bir araya getirildiğinde, o dönemdeki Türklerin sosyal hayatı, bir tablo mükemmelliğinde gözler önüne serilmektedir.
Kâşgarlı Mahmud’a göre Türklerde sosyal hayat, iki temel unsur üzerine inşa edilmiştir: ‘Töre ve Örgeyük.’ Töre kelimesi Dîvânu Lugati’t-Türk’te bir tânesi madde başı, 4 tânesi de başka kelimelerin açıklaması için verilen örneklerde olmak üzere beş ayrı yerde geçmektedir. Töre kelimesi, ‘Atalardan kalan ve yazılı olmayan sosyal kaideler’ olarak açıklanır. Törenin Türklerde çok önemli ve temel unsur olduğu, ‘Vatan terk edilir, töre terk edilmez’ atasözü ile ifâde edilir. ‘Ögreyük’ kelimesi ise, ‘gelenek ve âdet’ olarak açıklanır ve madde başı olarak bir yerde geçer. Bir dörtlük içerisinde kullanılışına dâir misal verilmektedir.
Dîvâmu Lugati’t-Türk’de anlatılan günlük hayat ve kültürel değerlerle alâkalı birçok örf, âdet ve gelenek, günümüz Anadolu’sunda aynen bâzıları da küçük değişikliklerle yaşamaktadır. Meselâ evlilik geleneğinin en önemli ayağı ‘dünürcü’ göndermektir. Dîvâmu Lugati’t-Türk’de dünürcü, ‘savcı’ veya ‘sözcü’ olarak anılıyor. Günümüzde, şehirlerde pek görülmeyen, taşra ve kır bölgelerinde disiplinli bir şekilde tatbik edilen ‘başlık’ âdeti, 1000 yıl önceki Türklerde de vardı.
Evlilik öncesindeki nişan geleneğinin de yüzyıllar öncesindeki izini aynen görüyoruz. Üstelik çok derin mânâlı bir isimlendirmeyle… Nişanlı gençler ‘adaklı’ olarak anılıyor. Gençler, nişanlanmak suretiyle gelecekteki hayatlarını birbirlerine adamışlardır. Anadolu’da henüz unutulmayan bindallı elbiseler de Asya’daki Türk yurtlarından Anadolu’ya getirdiğimiz değerlerimizdendir. Yine Anadolu’da yaşayan beşik kertmesi de Kâşgarlı Mahmud’un bize hatırlattığı geleneklerimizdendir. Çeyiz hazırlama, akrabaların sosyal yardımlaşması, sağdıç ve gerdekle alâkalı bâzı geleneklerimizin de Dîvânu Lügati’t-Türk sayfalarından bize muzipçe göz kırpıyor.
On birinci asır Türkleri de, bir erkeğin bir kadınla hayatını birleştirmesine de günümüzde olduğu gibi ‘evlenme’ diyorlar. Bu, mülk olarak kendisine ait olmasa bile ‘yeni bir ev sâhibi olmak’ demektir. Ecdadımızda bu mevzu ile alâkalı, sevimli bir kelime daha var: ‘erlenmek’ Evlenen kızın, hayatını bir ‘er’ ile birleştirmesini ifâde ediyor.
Dîvânu Lugati’t-Türk’de ‘kuma’ kelimesi yerine kullanılan ‘kuni’ kelimesi bulunduğuna göre, tek evlilik esas olmakla birlikte eski Türklerde birden fazla hanımla evlilik varmış. Sosyal hayatlardaki diğer bir ortak unsurlar; ‘süt kardeşi’, ‘adaşlık’, ‘armağan verme’ âdeti, ‘misâfirperverlik’, ve ‘yaşlılara saygı’dır.
‘Uma gelirse kut gelir’ (Misâfir gelirse, saâdet gelir) özdeyişi ile bizdeki, ‘Misâfir, on kısmetle gelir, dokuzunu bırakır, biriyle gider’ sözünü hatırlatıyor. Kâşgarlı Mahmud’un Türk kültürünün, irfan ve medeniyetinin âbidesi olan eserinden öğreniyoruz ki gecenin bir yarısında ve habersiz gelen misâfire ‘kestem’ denilir ve onlara evdeki ve eldeki imkânlarla mükellef bir sofra hazırlanır.
Türklerde misâfir ağırlama kültürü çok gelişmiştir. İslâmiyet’in kabulünden sonra daha da kökleşmiştir. Habersiz gelene ‘tanrı misâfiri’ denilmiş ve onlar baş tâcı edilmiştir. Hattâ evine uzun müddet beklenmedik misâfir gelmeyen âileler, ‘Galiba biz Allah’a karşı bir kusur işledik ki, evimize misâfir göndermiyor…’ diye hayıflanırlar.
Çocukları korkutmak için ‘abaçı gelir’ sözü, hava şartlarından ve uzun yol yorgunluğundan etkilenerek bize ‘umacı gelir’ şeklinde intikal etmiş. Bâzı bölgelerimize de ‘öcü’ şeklinde misâfir olmuş.
Ecdâdımız, birbirlerine misâfir olarak gidip gelmeyi severlerdi. Kış mevsiminde, komşular arasında sırayla düzenlenen ziyâfet, ‘soğdıç’ veya ‘suğdıç’ olarak isimlendirilmişti. Bâzı bölgelerimizde sıra gecesi, ev hanımları arasındaki altın (veya gümüş) günü, 1000 yıl öncesinden günümüze intikal eden misâfir kültürü ile alâkalı gönül zenginliğimiz, dost-ahbap düşkünlüğümüzdür. Bâzı âilelerde devam eden ‘misâfir kabul günü’, soğdıç uygulamasının günümüze intikal eden, çeşit zenginliğine kavuşturulmuş şekli olarak kabul edilebilir. Bu gelenek, haklı gerekçelerle azalmıştır. O gerekçede bile Müslüman Türk’e has bir incelik, zarâfet vardır. O zarâfet olabilir ki ‘Haftada veya on beş günde, ayda bir misâfir günü yapmak, o günün hâricinde misâfir kabul etmiyorum, gelmeyin… mânâsına alınabilir. Bu ise anânevî ve târihî hasletimiz olan misafirperliğimize aykırıdır…’ Düşüncesinin uygulamaya yansımasıdır. Çünkü bin yıllar ötesinden günümüze intikal eden bir ata sözümüz vardır: ‘Ölümün ne zaman geleceği bilinmez, kendini hazır bulundur. Misâfirin ne zaman geleceği bilinmez, evini hazır tut.’
Bin yıl öncesinde yaşayan ecdâdımızla aramızdaki benzerlikleri ve berâberlikleri halk sağlığı sâhasında da görüyoruz. Dîvânu Lugati’t-Türk’de halk hekimliğine ilişkin önemli bilgiler veriliyor. Hekim anlamında ‘emci’ ve ‘otacı’ kelimeleri kullanılıyor. ‘Atasagun’ ise ‘başhekim’ mânâsındadır. Sıtma hastalığı ‘ısıtma’; sarılık ‘sargınlık’; uyuz ‘ucuz’; nezle de ‘uçkuk’ sözcükleriyle ifâde ediliyor. Eczâcılığın gelişmediği zaman diliminde ev yapımı ilâçlar kullanılıyordu. Günümüzde ‘kocakarı ilacı’, modern tâbiri ile ‘alternatif tıp’ uygulamaları ile tıpatıp örtüşüyor.
Dîvânu Lugati’t-Türk’de çocuk oyunları ile alâkalı bilgiler de var. Beştaş, aşık, çelik çomak, uçtu uçtu, halay, tepuk, çeviz oyunu, kayak… ve diğer oyunlar hiç de yabancımız değil.
Kadınların süslenmelerine bilgiler de takma saç, bize ‘peruk’u hatırlatıyor. Türkler o çağlarda peruk yapıyorlar ve kullanıyorlardı. Demek ki hanımlarımız her devirde ‘hoş görünme’ ihtiyacını hissediyorlardı.
Doğumdan ölüme, insan hayatının her safhasında; yolculukta, bayramda ve düğünde, harbe giderken ve zafer kazanıldığı zaman müzik vardır. 1000 yıl önceki türkülerimizden birinin sözleri şöyledir:
‘Ezgiler düzüldü / Sürahi kadeh dizildi. Sensiz gönlüm üzüldü / Gel yavaşça oynayalım.’
Tel sayısı değişmekle birlikte saz 11. asırdan ve hattâ daha öncesinden günümüze kadar hep var olmuş, bazen coşturmuş, bazen dertlendirmiş, bazen de fıkır fıkır, şıkır şıkır oynatmıştır. Aşk türküleri, kahramanlık türküleri; isimleri değişen, cisimleri ve sesleri değişmeyen müzik âletleri eşliğinde evlerde ovalarda, dağlarda dâima yankılanmıştır.
Dost düşman bilsin! Biz dünyanın en eski milletiyiz. Geleneklerimizle, örf ve âdetlerimizle, kültürümüzle ve irfanımızla, dünyayı ve insanlığı aydınlattık… Onlarla yaşıyoruz, onlarla yaşayacağız…
Oğuz Çetinoğlu: (Önümüzdeki günlerde kitapçı raflarında yer alacak olan) Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk isimli kitaptan.