Oğuz Çetinoğlu: Hocam! Din görevlileri, Bayram ve Cuma günlerinde, ramazan ayında ve önemli gün ve gecelerde, camilerde, ibâdet edilebilen diğer yerlerle özel sohbetlerde hazır bulunanlara hitâbediyorlar. ‘Hitâbet Nedir’ diye başlayabilir miyiz?
Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan: İnsanların ihtiyaç, fikir ve dâvasını öteki insanlara duyurma aracı olan hitâbetin tanımı şöyle yapılmaktadır: Hitâbet; bir şeyler anlatmak için sözü başkasına yöneltmektir.
Bu anlamda hitabet, insanın yeryüzünde yaşamaya başladığı günden beri devam edegelmektedir.
Çünkü konuşmak, insana özgü bir nimet ve özelliktir. Bu özelliğin ‘topluluk karşısında etkili ve güzel konuşma’ veya ‘güzel ve düzgün söz söyleme’ san'atı haline getirilmesi bugünkü anlamda hitâbetin tanımını vermektedir. O halde ‘hitabet; topluluk karşısında güzel söz söyleme sanatıdır.’ diye tarif edilebilir.
Bir başka tarife göre ‘Hitâbet; güzel konuşan bir hatîb'in bir kısım insanları ikna etmek maksadıyla yaptığı düz cümlelerden oluşan konuşmadır.’
Fârâbî insana, toplulukları ikna etme gücü ve yeteneği kazandırdığı için hitabetin, beşerî ilişkilerin geliştirilmesinde vazgeçilmez bir san'at olduğu görüşündedir.
Çetinoğlu: Hitâbetin maksadı nedir?
Çakan: Hangi tür hitâbet olursa olsun bütün konuşmaların ortak amacı şu üç gayeden biri veya bir kaçından ibarettir: 1- Bir konuda bilgi vermek, 2- Eğlendirmek, 3- Belirli bir yöne sevketmek.
Çetinoğlu: Bu tarifler, dînî hitâbet için de geçerli mi?
Çakan: Dînî hitâbet de amaç yönünden bu üçlü çerçevenin dışına taşmamaktadır.
Çetinoğlu: Hitâbet sanat mıdır?
Çakan: İbn Haldun, hitâbeti bir ilim olarak kabul eder: ‘Hitâbet ilmi, mantık ilimlerinden bir ilimdir. Ve hitabet ilminin konusu, bir fikri kabul veyahut reddetmeye halkı teşvik ve meylettirmek üzere söylenen ikna edici faydalı sözlerdir.’
İslâm mantıkçılarının hitâbet'i (Rhetorica = Retorika) mantığın bir bölümü olarak telakki etmelerinin sebebi onun mahiyetiyle ilgilidir. Çünkü hitabet bir ikna san'atı olduğuna göre, hatip karşısındakileri ikna edebilmek için mantığın temeli olan kıyastan yararlanacak, konuyla ilgili misaller verecek ve benzetmeler yapacaktır. Bu da hitabetin mantıkla iç içeliğini gösterir.
Ebû Bekr İbnü'l-Arabî, Kânûnu't-te'vîl isimli eserinde Kur'ân ilimleri üçtür; Tevhîd, Tezkîr ve Ahkâm der, sonra bunları şöyle açıklar: İsim, sıfat ve fiilleriyle birlikte yaratanı ve yarattıklarını tanıma tevhid'e; Va'd, va'îd, cennet, cehennem, iç ve dışın arındırılması tezkir'e; Bütün teklifler, yarar ve zararın açıklanması, emir, nehiy ve mendub da ahkâm'a girer.
Bu sebeple Fatiha sûresi ümmü'l-Kur'ân (Kur'ân'ın anası, özü) olmuştur. Onda her üç kısım da mevcuttur. İhlas sûresi de bu üç kısımdan biri olan tevhidi ihtiva etmesi sebebiyle Kur'ân'ın üçte biridir.
Çetinoğlu: Dînî hitâbet ilminin dayanağı nedir?
Çakan: Ömer Nasûhî Bilmen; ‘Kur'ân-ı Kerîm'in sarahaten veya işâreten ihtiva ettiği ilimler’ genel başlığı altında ‘Hitabet ve Mev'ize İlmi’ne de yer vermekte ve ‘ ...öteden beri milletler arasında carî tefhim ve tenvir vâsıtalarındandır.’ Dediği bu ilmi şöyle açıklamaktadır: ‘Şüphe yok hitabet de, mev'izeler de bir kısım usûle, birtakım kaidelere, esaslara istinâd eder. Bunlar başlı başına bir ilim mevzuu teşkil etmektedir. İşte bu ilmin de en feyizli istinâdgâhı Kur'ân-ı Mübîn'dir.’
Çetinoğlu: Hitâbet ilmi, başka hangi ilimlerden destek alır?
Çakan: Hitâbet ilminin, mantık ilimlerinden bir şube olduğuna değinmiştim. ‘Sonuç almak’ bakımından Hitâbet ilmi, psikoloji ve sosyoloji ilimleriyle de bağlantılıdır. ‘Dinleyicileri ikna edip onları kendilerinden beklenen düşünce ve harekete sevketmek’ tanımı ve hedefi, hiç kuşkusuz dinleyicilerin iç dünyalarını, ruh yapılarını, duygularını ve hislerini etkilemeye bağlıdır. Bu da onları bu yönleriyle tanımakla mümkündür. Dinleyicileri, söz konusu yönleriyle tanımak ise, psikoloji bilmekle yakından ilgilidir. Eğitim ile psikoloji arasında ne ölçüde sıkı bir bağ varsa, hitabet ile psikoloji arasında da en az o kadar sıkı bir irtibat vardır. Üstelik dinî hitabet, belli ölçüde yerleşik düşünce ve tercihlere sahip bulunan yetişkinlere yönelik bir ilim ve uygulama olması bakımından, eğitimden daha fazla psikoloji bilmeyi gerektirir.
Öte yandan hitabet insan topluluklarını muhatap alan bir ilimdir. Her toplumun ve her zamanın kendisine has birtakım sosyal ihtiyaç ve özellikleri, değerleri, etkilenme odakları v.s. söz konusudur. Her kesimin durumuna uygun hitâbede bulunabilmek için sosyoloji biliminin tespit ve metotlarından yararlanma zarureti vardır. Bu, hitabet ve sosyoloji ilimleri arasındaki vazgeçilmez alâkayı gösterir.
Netice olarak, işleyiş tarzı açısından mantık ilminin; kaynakları ve örnekleri bakımından Kur'ân ve Hadis ilimlerinin bir şubesi olarak değerlendirilebilecek olan hitabet ilmi, sonuç almak noktasından da psikoloji ve sosyoloji ilimleriyle sıkı bir ilişki içindedir. Onu dil bilimleri gibi başka bazı bilim dallarıyla ilgilendirmek de mümkün olmakla beraber, özellikle dinî hitabet açısından, sözünü ettiğimiz alâka çerçevesi oldukça önemli ve yeterli sayılabilir.
Çetinoğlu: Dînî hitâbet olgusunu nasıl tanımlıyorsunuz?
Çakan: Dinî amaçlarla din görevlileri tarafından yapılan konuşmalar ‘dînî hitâbet olarak tanımlanır. İnsan hayatının her dönemini kapsaması bakımından ve Hz. Âdem'in ilk insan ve ilk peygamber olması sebebiyle hitabet çeşitlerinin ilki, en önemlisi, en yaygını ve en fazla bilgi, dikkat ve titizlik isteyeni dinî hitabettir.
Dînî hitâbet, din görevlilerinin yegâne hizmet vasıtasıdır. Çünkü dinimizde din görevlisinin konumu, peygamber varisliğidir. Nitekim bir hadis-i şerifte, ‘Bilginler Peygamberlerin vârisleridir.’ diye buyrulmaktadır.
Hiç şüphesiz Peygamberler Hakk’ın duyurucuları (mübelliğ), açıklayıcıları {mübeyyin) ve uygulayıcıları idiler. Böyle olunca, örnek kul, son resul Muhammed aleyhisselâmın görevlerini yürütmek ve Müslümanlara Hz. Peygamber'in gösterdiği yönde istikâmet vermek yükümlülüğünü günümüzde -resmî plânda- din görevlileri taşımaktadır. Dolayısıyla bir anlamda din görevlisi, Allah için topluma hizmet davasında bulunan kişi demektir. Veya din görevlisi, Allah ve kul huzurunda toplumun dinî yaşayışından sorumluluk üstlenmiş olan insandır. Görevi ise, hayra çağırmak, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmaktır.
Çetinoğlu: Çok… pek çok önemli bir görev…
Çakan: Din liderliği, devlet reisliği ve ordu komutanlığı gibi üçlü ve güçlü bir görev yapmış olan Peygamber Efendimiz'in vârisleri olan din görevlileri bugün sadece imamlık, din liderliği vazifesini yürütmekte ve bunu da mevzuat çerçevesinde, genellikle cami dışına taşırmama mecburiyetinde bulunmaktadırlar.
Kötülüğü el ile önleme demek olan icra yetkisi din görevlilerinde bulunmadığından onlar, pek önemli görevlerini yerine getirebilmek için dil ve kalb gibi iki vâsıtayı kullanmak durumundadırlar.
Esasen kalb ile buğuz, kişiyi manevî sorumluluktan kurtarsa bile, kötüler ve kötülükler yüzünden topluma gelecek felâketten kurtaramaz. Hele, din görevlisi gibi hem kendisinin hem de cemaatin sorumluluğunu taşıyan kişi için kalb ile buğuz, hiç bir zaman kurtuluş vesîlesi olamaz.
O halde cemaatin yanlışlarını ve noksanlarını tespit, teşhis ve tedavi; mutluluklarını temin ve ölümsüz dinî gerçekleri kendilerine telkin; hakkı, doğruyu tavsiye gibi kutlu ve zorlu görevleri din görevlisi ancak dil ile yapmak mecburiyetindedir. İşte bu mecburiyet, dînî hitabeti en etkin bir biçimde kullanmayı mecburî kılmaktadır.
Çetinoğlu: O halde, “Dînî hitâbetin konusu İslamiyet’tir.” Diyebilir miyiz?
Çakan: Evet! Dînî hitabetin konusu yalnız ve yalnız İslâm'dır.
İslâm ise, hak ve hakikat imanı, saadet ve selâmet ilmi, cemiyet, hukuk, iktisat ve ahlâk nizâmı, san'at düzeni, huzur ve bekâ duygusudur diye tanımlanabilir.
İslâm'ı bu çerçevede topluma sunmak dinî hitabetin vazgeçemeyeceği yegâne konusu olduğu gibi amacı da İslâm gerçeklerini açıklamak ve üstün ahlâkı, fertlerin vicdan ve yaşayışlarına hâkim kılmaya çalışmaktır.
Çetinoğlu: Dînî hitabetle yükümlü olan din görevlileri bu yoldaki çalışmalarında ana ilke olarak nelere dikkat edeceklerdir?
Çakan: Müslüman, ilhamını Kur'ân-ı Kerîm'den ve Hz. Peygamber'in hadîslerinden alan insandır. O halde bu esasın bir gereği olarak Kur'ân'ı araştırırsak; emir bi'l-ma'ruf un nehiy ani'l-münker'den önce zikredilmekte olduğunu görürüz. Bu özellik bize gösteriyor ki din görevlisinin görevi iki yönlüdür;
1- Emir bil-ma'ruf (iyiliğin tavsiyesi) 2- Nehiy anî'l-münker (kötülüğün önlenmesi)
İslâm bilginleri mevcut kötülüğün düzeltilmesinden daha büyük bir kötülük (fitne) çıkacaksa; o çıkması muhtemel büyük fitneyi önlemek için mevcut kötülüğe dokunmamayı İslâmî gayeye daha uygun bulurlar. ‘İki zarar birleşince hafif olanı irtikab olunur.’ Derler.
O halde dinî hitabette birinci fikrî temel: Fitneyi uyandırmadan hakkı tebliğ ve halkı irşaddır.
Unutulmamalıdır ki, yerinde susmak; rastgele konuşmaktan daha etkilidir. Bir manâlı sükût bin boş söze bedeldir.
‘Allah'a ve âhiret gününe inanan ya hayr söylesin ya da sükût eylesin.’ hadis-i şerifi bu konudaki ana ilkeyi dile getirmektedir.
Çeşitli bâtıl inanç ve sapık yaşantı içinde yüzüp giden câhiliye devri insanlarını tevhid inancı etrafında birleştirmeyi görülmemiş bir hızla gerçekleştiren İslâm davetinin temel kitabı Kur'ân-ı Kerîm'i incelersek; müjdelemenin ve sevdirmenin; inzardan ve korkutmadan önce geldiğini görürüz.
Peygamberlerin niteliklerini belirten âyetlerde de çoğunlukla tebşir, inzardan önce zikredilmiştir. Bunun hikmetini bir İslâm bilgini şöyle belirtir: ‘Enbiyânın sıfatlarından tebşir; hıfzıssıhha menzilinde ve inzar; hastalığı tedavî kabilinden olup sıhhat asıl, maraz arız olduğundan hıfzıssıhha menzilinde olan beşaret, inzar üzerine takdim edilmiştir.’
Bu Kur'ânî üslup gösteriyor ki, Müslümanlar arasında tebşir; Müslüman olmayanlara karşı da inzar öncelik hakkına sahiptir. Hz. Peygamberin Safa Tepesi hitabesi de buna güzel bir örnektir. Zaten Fetih sûresinde Allah, ashâb-ı kiramı anlatırken ‘Kendi aralarında yumuşak, kâfirlere karşı zorlu ve çetindirler.’ Buyurmaktadır. Hz. Peygamber'in ‘Kolaylaştırın güçleştirmeyin, müjdeleyin nefret ettirmeyin.’ tavsiyesi de bu konuda bize tam bir fikrî temel vermektedir.
Öte yandan toplumumuzun durumunu göz önüne alırsak; ‘Tekfirin, tehdit makamında ele alınacak silahlardan olmadığı’ anlaşılacaktır.’
Çetinoğlu: İkinci fikrî temelden de söz eder misiniz?
Çakan: İkinci fikrî temeli; sevdirerek hakkı tebliğ ve halkı irşad olarak tespit edebiliriz.
Bu prensip, daha çok iyiyi, güzeli ve faydalıyı örnek vermekle ve toplumu ona ikna etmekle yerine getirilebilir. Bize göre dinî hitabetin önemi ve hitabet dersinin gereği işte bu noktada birleşmektedir.
Çetinoğlu: Dînî hitâbetin başlıca şekilleri olarak hutbe ve vaaz biliniyor. Konferans ve sohbet tamamlayıcı unsurlar olarak değerlendirilebilir. Biz, en yaygın olan ve sıklıkla başvurulan şekil olan Vaaz konusunu ele alalım. Vaaz nedir?
Çakan: Vaaz, hutbeden sonra mâbed içi dînî hitâbetin ikinci çeşidi olup camilerde veya toplu ibâdet edilen yerlerde yetkili din adamları tarafından ibâdet öncesi veya sonrasında yapılan dînî konuşmalardır. Bu vasfıyla vaaz, bir din telkini vasıtasıdır. Bir başka ifade ile vaaz, kalbleri yumuşatacak şekilde tatlı sözlerle, hitabet tekniği içinde cemaate öğüt vermektir.
Vaaz, hutbe gibi vazgeçilmez değildir. Yani herhangi bir ibâdetin sıhhat şartı değildir. O, genel bir din eğitimi ve öğretimi yoludur.
Çetinoğlu: Vaazın dindeki yeri nedir?
Çakan: Vaaz, Kur'ân-ı Kerîm'de mev'iza olarak geçmektedir. Mev'iza, nasihat ve öğüt anlamlarına gelir. Mev'iza aynı zamanda Kur'ân-ı Kerîm'in bir sıfatıdır. Şöyle buyurulur:
‘Bu Kur'ân, insanlara bir açıklama, Allah'tan korkanlara bir yol gösterme ve öğüttür.’
‘Ey insanlar! Size rabbinizden bir öğüt, göğüslerde olan sıkıntılara bir şifâ ve inananlara bir kılavuz ve rahmet gelmiştir.’
‘Andolsun ki size gerçekleri açıklayan ve sizden önce gelip geçenlerden bir misal ve (Allah'ın azabından) korunanlar için bir öğüt indirdik.’
Bu âyetlerde açıkça görüldüğü gibi bizzat Kur'ân, bir öğüt ve bir vaaz olarak vasıflandırmaktadır. Vaazın dindeki yerini anlatmak için bu yeter. Son âyet mev'iza'nın ihtiva etmesi gerekli özelliklere de işaret etmektedir.
Çetinoğlu: Vaaz nasıl olmalıdır?
Çakan: Kur'ân hidâyet kitabıdır. Vaaz da hidâyet hitabı olmalıdır.
Sevgili Peygamberimiz'in hadisleri birer vaaz ve öğüttür. O, sallallahu aleyhi ve sellem, halka toplu olarak veya istek üzerine tek tek kadın-erkek ayırımı yapmaksızın vaaz ve nasîhatta bulunmuştur. O’nun ‘Din, ihlas ve hayırhahlıktır, nasihattir.’ hadisi vaazın dindeki yerini en özlü şekilde ifade ettiği gibi tebliğ ettiği esasları günlük hayatında bizzat tatbik ettiği için Hz. Peygamberin temiz hayatı da fiilî bir vaazdır.
Bir başka gerçek de şudur: Mesleği, meşrebi, yaşı ve işi ne olursa olsun her insanın vaaz ve nasîhata ihtiyaç duyacağı zaman veya zamanları mutlaka olacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz, Müslüman’ın din kardeşi üzerindeki haklarını sayarken ‘Senden nasihat istediği zaman ona nasihat etmendir.’
Dinimiz insanların hidâyetini amaçlamış olduğu için kendisine ihtiyaç duyulduğu zaman insanların yardımına koşmayı hem temel ilke olarak benimsemiş hem de büyük bir hayır olarak değerlendirmiştir. ‘İyiliğe öncülük eden onu işleyen gibi sevap alır.’
Çetinoğlu: Vaazın gayesi ve alanı hakkında bilgi lütfeder misiniz Hocam?
Çakan: Vaaz, halkı din konusunda, daha doğru bir ifade ile din yönünden aydınlatmak, onları bilgi sahibi kılmak gayesini taşır. Bu sebeple vaazın değişmeyen alanı İslâm'dır.
Değişik kültür ve meslek sahiplerine topluca ve bir arada hitâbetmek, onları din yönünden bilgi sahibi kılmak ve aydınlatmak demek olan vaaz, bu vasfıyla bir halk eğitimi vâsıtasıdır. Bilhassa yetişme çağında yeterli bilgi alamamış olan kişiler için dini öğrenme bakımından son derece önemli ve uygun bir vâsıtadır. Bu sebeple vaaz, münhasıran îslâmî konularda olmalıdır. Din dışı konuların vaaz kürsülerine getirilmesi usûl bakımından asla doğru değildir.
Vaaz, muhatabları mutlaka ikna etmek maksadıyla yapılmaz. Gerçeklerin doğru ve anlaşılır bir tarzda duyurulması esastır. İkna olup olmamak biraz da dinleyenlerin bileceği iştir. Çünkü tesiri yaratacak olan Allah'tır.
Çetinoğlu: Vaaz konusunun seçiminde nelere dikkat edilmeli?
Çakan: Bilinen bir gerçektir ki, cemaat günlük problemlerine pratik ve peşin çözüm ve çâreler arar. Günlük hayatı ilgilendirmeyen akademik konuları hikâye ve masal dinler gibi dinler. Bu sebeple cemaati birinci dereceden ilgilendiren konuları yakalayıp uygun ve doyurucu bir şekilde hazırlayan ve sunan vaizler başarılı olabilirler. Veya seçtiği konunun günlük hayat ile ilgisini iyi kurabilen vaizler dinlenilmemek tehlikesinden kendilerini kurtarabilirler. Nitekim Hz. Peygamber de muhatapların ihtiyaç ve maslahatlarının gereğine uygun olarak konu seçer ve konuşurdu. Konuların günlük hayatla ilgisinin belirtilmesi, vaazın canlılığı ve dinamizmini sağlar. Din de zaten günlük ve dinamik yaşayış ilkelerinden oluşmaktadır. Mes'ele, bu ilkelerin güne bakan yönlerini cemaate yansıtabilmektedir. Nasıl ki bir doktor, hastalık belirtisi gördüğü kişi ile -o farkında olmasa bile- ilgilenmek sorumluluğunda ise, bir vaiz de cemaatini ikna ederek tespit ettiği noksanlarını ikmâle çalışma görev ve sorumluluğundadır. Yani, anlatılabilirse her konu günceldir. Anlatılamazsa, en güncel konu bile ‘eski’dir.
Çetinoğlu: Vaazın genel prensipleri de olmalı…
Çakan: Vaaz, ikna edici, sevdirici bir üslûp içinde verilir. Bayramdan bayrama camiye gelmiş olanların İslâmî konulara karşı meraklarını uyandırmaya gayret edilir. Cemaati asla ürkütücü bir tavır takınılmaz.
Mübarek gün ve gecelerde yapılacak vaazlarda da uzun uzun o gecenin hikâyesi değil, böyle gecelerin cemaata kazandırması gereken dinî dirilik ve insanî değerler üzerinde durulur. ‘Dini bütün bir Müslüman’ olmak için bilinmesi ve yapılması gerekenlerin duyurulmasına öncelik verilir.
Kısaca vaiz, mesleğinin ehli olduğunu, cemaatine göre konular seçmek ve onların haline uygun bir üslûb ile sunmayı becermekle isbat edecektir. Aksi halde önceden doldurulmuş bir plak veya kaset gibi nerede düğmesine basılırsa hep aynı şeyleri hep aynı şekilde söyleme garipliğine düşer ki bu, vaizin peşin peşin iflâsı ve etkisizliği demektir.
Çetinoğlu: Vâiz, vaaz için bir plân hazırlamalı mı?
Çakan: En küçük konuşmanın bile bir plânının bulunması gerekir. Vaaz ise, sürekli bir din telkini olmanın yanında 30-45 dakika devam eden bir konuşma demektir. Böylesine uzun bir konuşmanın elbette iyi düşünülmüş bir plânı bulunması mecburîdir.
Çetinoğlu: Nasıl bir plan hazırlamalı?
Çakan: Genel anlamda bir vaaz plânı şöyle düşünülebilir:
1- Konunun gereği: Seçim sebebi, cemaatle ilgisi. Bu bir anlamda giriş bölümünü oluşturur.
2- Konunun dinî dayanakları: Âyet, hadis ve bunlara bağlı olarak ortaya konmuş fıkhı hükümler, görüşler.
3- Konunun ağırlıklı şekilde işlenecek yönü: Ana tema, ana fikir.
4- Konu etrafında belirtilmiş farklı görüş ve anlayışların değerlendirilmesi.
5- Muhtemel sorular ve cevapları: Vaaz tek taraflı bir konuşma olduğu için vaizin muhtemel soruları da cevaplamaya çalışması uygun olur.
6- Cemaatin konu hakkında sahip olması gereken asgarî düşünce, anlayış ve uygulama: Bu konu çok açık şekilde ortaya konulmalı, cemaate görev verilmeli.
7- Konunun önemli noktalarından oluşan bir özet ve bir-iki cümlelik dua: Sonradan camiye gelmiş olanların vaazdan yararlanabilmeleri bakımından ‘özet’, büyük önem arzeder.
8- Dua cümleleriyle vaaza son verilir.
Çetinoğlu: Vaaz nasıl sunulur?
Çakan: Hikmete, hitabet ve belâğate her dinden daha müsait olan İslâm’ı bu niteliğine yaraşır şekilde sunma görevi hatip ve vaizlerin sorumluluğudur.
Vaaz, mutlaka eldeki plâna göre sunulmalıdır. Ne kadar tecrübeli olursa olsun hiç bir vaiz, önceden düşünüp plânlamadığı bir konuda konuşmamalıdır. Plân, kürsünün vaize kazandıracağı cesaret ve heyecanı mutedil bir çizgide tutmada kolaylık sağlayacaktır. Eğitimci ve tebliğci sorumluluğunun gereği de budur.
Âyet ve hadislerin metinlerinin doğru olarak yazılmış ve önceden bir kaç kez okunmuş olması, sunuş esnasında rahatlık sağlayacaktır. Âyet ve hadislerin hatasız okunmasına son derece dikkat edilmelidir.
Sunuşta âyetlerin, hangi sûrenin kaçıncı âyeti olduğu; hadislerin hangi güvenilir hadis kitaplarında bulunduğu söylenmelidir. Bu, cemaata itimat telkin eder. Aynı zamanda dinî kaynaklar hakkında da kulaklarda bir şeylerin kalmasını sağlar.
Vaazda üslûp irşâdîdir. İlmî ve akademik değildir. İrşâdî üslûpta suçlu teşhisi yoktur, suç ve hatayı teşhis vardır. Hz. Peygamber ‘Bazı kimselere ne oluyor ki?.’ diye kapalı bir tarzda hatalara işaret buyururdu.
Vaaz din telkini demek olduğuna göre konuşma üslûbu, ikna edici olacaktır. Sert, kaba bir üslûb ve tavır, telkin üslûbu ve tavrı değildir.
Çetinoğlu: Kullanılacak dil de önemli olmalı…
Çakan: Vaazda kullanılacak dilde açıklık, sadelik, tabiîlik ve güncellik esastır. Mahallî şive sadece, ‘dil kırıyor’ diye vaizin yadırganma ihtimali varsa kullanılmalıdır. Aksi halde asla mahallî şiveye rağbet edilmemelidir. Herkesin anlayabileceği İstanbul Türkçesi tercih edilmelidir. Hz. Peygamber'in, nadiren kabilelerin kullandığı şive ile kendilerine hitap ettiği, fakat bütün tebliğ hayatını Kureyş lehçesi ile sürdürdüğü bilinmektedir. Vaiz anlamsız bir inat ile mahallî şivesini korumaya çalışmamalıdır. Din hizmetinin her toplumda veya her toplum kesimi tarafından anlaşılabilir bir şekilde yürütülmesi lâzım gelir. Bu da ancak anlaşılmayı sağlamakla mümkün olur.
Vaazda yapmacık sözlerden mutlaka kaçınmak gerekir. Vaiz, kürsüye güzel söz söyleme deneyleri yapmak veya kendisini göstermek için değil, kalpleri yumuşatmak, davranışların sonuçlarını gözler önüne sererek hayatta takip edilmesi gereken yolu göstermek için çıkmış ve orada Hz. Peygamber'i temsil eden bir konumdadır. Bu sebeple cemaate içi boş yaldızlı laflar değil, Peygamber Efendimiz'in ve diğer peygamberlerin sözleri gibi sade, samimî, anlamlı ve faydalı sözler söylemeli ve daima gönüllere hitâbetmelidir. Müessir ve samîmi olmayan güzel sözden, güzel olmayan ve fakat samimî ve müessir olan sözler daha iyi ve daha faydalıdır. Kapının kilidini açan demir anahtar, kilidi açmayan altın anahtardan gördüğü iş bakımından daha hayırlıdır.
Prof. Dr. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN 1945 yılında Samsun’un Ladik ilçesine bağlı Küçükkızoğlu köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra hafızlığını ikmal etti. 1966’da Kayseri İmam Hatip Lisesi’ni, 1970’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi. 1977’ye kadar Diyanet İşleri Başkanlığı merkez ve taşra teşkilatında çalıştı. Ankara-Yenimahalle Vaizi iken İstanbul’da açılan Haseki Eğitim Merkezi’ne kursiyer olarak katıldı. Kursun bitimine altı ay kala 5 Aralık 1977’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne hadis asistanı olarak göreve başladı. 1982 yılında Erzurum İslamî Bilimler Fakültesi’ne sunduğu ‘Muhtelifu’l-Hâdis İlmi: Doğuşu, Muhtevası ve Çözüm Yolları’ adlı teziyle doktor oldu. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde kısa bir süre kültürel işlere bakan Müdür yardımcılığı görevini yürüttü. 1987’de doçentliğe, 1993’te de profesörlüğe yükseltildi. 1994-1997 öğretim yıllarında Marmara Üniversitesi İlahiyat Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. Çakan, hâlen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Ana Bilim Dalı öğretim üyesi olarak görevine devam etmektedir. Üçü erkek biri kız dört çocuğu vardır. Çakan, İmam-Hatip Okulu’ndaki öğrencilik yıllarından beri mahalli ve ulusal gazete ve dergilerde yazılar yazdı ve yöneticilik yaptı. Özellikle Kayseri Hâkimiyet Gazetesi, Yeni İstiklal, Sebil ve Yeni Sabah Gazeteleri, Diyanet Gazete ve Dergisi, İslâm, Toprak, Tohum, İslâm Medeniyeti, Hakses, Nesil, Din Eğitimi, Altınoluk, Bilim ve Hikmet, Yeni Ümit ve M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi gibi dergilerde çok sayıda yazıları yayımlandı. İslâm ve Tohum dergilerinin açtığı makale yarışmalarında birincilik kazandı. Çakan, ayrıca Yüksek İslâm Enstitüsü’nde öğrenci iken Türkiye Yüksek İslâm Enstitüleri Federasyonu’nda sekreterlik görevinde bulundu ve İslâm Medeniyeti Dergisi’nin idare ve yayın müdürlüğünü yaptı. 1974-1975 yıllarında Türkiye Din Görevlileri Federasyonunda yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Hakses Dergisi’nin Yayın müdürlüğünü yaptı. İsmail Lütfi Çakan, İSAV adına ‘İslam’da Kılık-Kıyafet ve Örtünme’, ‘Hz. Peygamber ve Aile Hayatı’, ‘Sünnetin Dindeki Yeri’, ‘Yeni ve Çağdaş Bir Tebliğ Metodolojisi’ gibi tartışmalı ilmî toplantıların organizatörlüğünü ve bu toplantıların kitaplaşmasında editörlük yaptı. ‘Gençliğin Kaleminden Üç Cephesiyle Âkif’ ve ‘Hadislerle Ahlâkî Davranışlar’ adlı anonim eserlerde belli bölümleri yazdı. Sünen-i Ebû Davud Tercüme ve Şerhi’ne mukaddime yazdı ve eserin ilk sekiz cildinin redaksiyonunu yaptı. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin kuruluş çalışmalarına katıldı ve ansiklopedinin ilk on cildine yetmiş kadar madde yazdı. İslâm Medeniyeti ve Ensar vakıflarının kurucuları arasında yer aldı. Yurt içinde düzenlenen birçok sempozyuma tebliğci ve müzakereci olarak iştirak etti. Son üç yıldır İstanbul-Göztepe Gözcü Baba Camii’nde Pazar günleri öğle namazından önce Mişkâtü’l-Mesâbih’ten Hadis dersleri yapmaktadır. Bu dersler Dost Tv. tarafından yayımlanmaktadır. Yayınlanmış Eserleri: Çakan’ın, bir çoğu bir çok kez basılmış olan eserlerini basım yer ve tarihlerinden arındırılmış olarak ismen şöylece sıralayabiliriz: Hakkı Tavsiye Metod ve Vasıtaları, Dinî Hitabet, Kur'an’ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi (M. Solmaz ile birlikte), Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, (Doktora tezi) Anahatlarıyla Hadis, Hadis Usulü, Hadis Edebiyatı, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, Hadislerle Gerçekler, Müslüman Kimliği, Müslümanca Yaşamak, Sırat-ı Müstakim ve Yolcuları, Riyâzü’s-salihin Tercüme ve Şerhi (8 cilt, M. Yaşar Kandemir ve Raşit Küçük’le birlikte), Ashâbının Dilinden Peygamberimiz, Hurafeler ve Bâtıl İnanışlar, Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İyi Müslüman, Örnek Kul Son Resul, Sahâbe Kıvamı, Sıra Bizde, Onlar Böyleydi (piyes), Gizli Armağan (Çocuk kitabı), Hadis Öğrenimi,-Tarihî ve Güncel Boyut), Hadis Nasıl Okunur/Okutulur? Âkifçe, Seçme Hadisler (33 Hadis 33 Yorum), İslâmî Yapılanmada Siret ve Sünnet Hocanın, bir çoğu sonradan yayımlanmış sempozyum bildirileri ve çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.
|