Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) organizasyonuna üye olmak istediğine dair başvurusu ile ilgili görüşmeler 28 Eylül 1959 tarihinde başladı. 21 Ekim 1960 tarihine kadar devam eden görüşmeler sonunda, şu hususlarda anlaşmaya varıldı:
1-Ortaklık ilişkisi, gümrük birliği ilkesine dayalı olacaktır. 2- Türkiye, AET organlarında temsil edilecektir. 3- Türkiye, AET’ye karşı gümrüklerini 12 ve 24 yıllık sürelerde sıfırlayacaktır. 4-Kayıplarını karşılamak amacı ile Türkiye’ye 200 milyon dolarlık yardım verilecektir. 5- Nihâî hedef, topluluğa tam üyeliktir.
27 Mayıs 1960 İhtilâli’nden sonra müzâkereler kesintiye uğradı. Çünkü dönemin Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle, Türkiye’deki ihtilâl yönetimi olan Millî Birlik Komitesi’nden; Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edilmemesi isteğinde bulunmuştu. İstek uygun görülmeyince De Gaulle baskı yaptı, başarılı oldu ve Türkiye AET ilişkileri donduruldu. Yapılan anlaşma hükümsüz kalmıştı.
Fransa’nın vetosu 18 Haziran 1962’de kalktı. Yeniden başlayan müzâkereler sonunda 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması imzalandı. Anlaşma ile ortaklık süreci başlatıldı. Bu gelişmeler kamuoyuna “AET’ye girdik.” şeklinde yansıtıldı.
Ankara Anlaşması, 1 Aralık 1964’te yürürlüğe girdi. Anlaşmaya göre Türkiye, üç safhanın sonunda düzenlenecek inceleme raporuna göre AET üyesi olabilecekti.
1- 5 yıllık ‘Hazırlık Dönemi’ uygulanacak. Uzatma hâlinde on yıla çıkartılabilecek. Bu dönemde AET, Türkiye’ye 175 milyon dolarlık kredi açacak.
2- 12 yıllık Geçiş Dönemi uygulanacak.
3- 5 yıllık Son Dönem uygulanacak.
Bu gelişmenin hemen ardından, topluluğun maksadından değilse bile adından ‘ekonomi’ kelimesi çıkartıldı. Organizasyon, Avrupa Topluluğu - (AT) olarak anıldı. 09 – 10 Aralık 1991 tarihinde Maastricht’te yapılan toplantıda, organizasyonun adı tekrar değişti. ‘Topluluk’ kelimesi, gevşek bir beraberlik kavramını çağrıştırıyordu. Hedef, böyle bir ‘berâberlik’ değildi. Bu sebeple Avrupa Birliği – (AB) ismi benimsendi. Sözü edilen toplantıda, isim değiştirmekle yetinilmedi, üye ülkeler arasında: 1- Euro denilen tek para biriminin kullanılması, 2- Tek merkez bankası kurulması, 3- Tek ordu oluşturulması, 4- Ortak vize uygulanması kararlaştırıldı.
Bu şartların, Türkiye’nin hükümranlık haklarını zedeleyeceği gerekçesiyle memleketsever aydınlar AB aleyhinde görüş bildirdiler. Milletimizin büyük bir bölümü de bu görüşe destek verdi. Buna rağmen işbaşındaki hükümetler, tâvizkâr politikalarla AB üyesi olmak için çalışıyor göründüler.
6 Mayıs 1995 tarihinde Gümrük Birliği (GB) Anlaşması imzalandı. Bu hâdise de Türk kamuoyuna; ‘AB’ye girdik’ şeklinde duyuruldu. GB Anlaşması, Türkiye’nin aleyhine oldu. Özetle Türkiye, AB’ne söz verdiği bütün taahhütlerini yerine getirdi. AB ise, taahhütlerinin ancak % 10’unu tahakkuk ettirdi. Netice itibâriyle AB kapıları Türkiye’ye açılmadı; sâdece aralandı; ‘Siz kapı önünde bekleyin, açtığımızda girersiniz!’ Denildi.
‘AB kapılarının Türkiye’ye kolay kolay açılmayacağının bâzı çevreler tarafından anlaşılabilmesi için bir müddet daha beklemek gerekecek’ denilmesine rağmen, gerçekçi olanlar, uyanık halde iken görülen bu rüyanın hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini biliyorlar. Artık AB aleyhtarlığı da prim yapmıyor. Çünkü herkes anladı ki, ‘apaçık ilan edilen AB’nin Türkiye aleyhtarlığı’, AB’ne aleyhtar olmamızı gereksiz kılmıştır.