Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Zekât konusunda dikkate değer bilgiler

 

Prof. Dr. Mehmet Erdoğan Röportajın dördüncü ve son bölümünde, zekât konusunda dikkate değer bilgiler sunuyor.

Oğuz Çetinoğlu: Tartışılan bir başka konu da Farz namazlardan borcu olanların sünnet namazları kılamayacağı meselesi…

Prof. Dr. Mehmet Erdoğan: Gündelik kıldığımız namazlar gündelik yediğimiz öğünler gibidir. Günlük öğünleri yerken vaktiyle daha önceki yemediğimiz öğünleri hesaba katmıyoruz. 

İbâdetlerin îfasında Peygamberimizden tevârüs (1) ettiğimiz bir şey var. Bir biçim var, bir şekil var. Onu korumalıyız. Şâtıbî (2) diye bir âlimimiz var. 790 hicrî yılında vefat etmiş. Bu âlimin çok değerli, 4 ciltlik kitabı var. Bu âlimimizin de ifâde ettiği gibi farz namazları mutlaka tam bir konsantrasyonla kılınabilmesi için mutlaka önden bir ısınma yapması yararlı olur. İnsan sünneti kılarken, kendisini farz namaza hazırlar. Tabii, genel bir düşünce. Mutlaka böyle olacak anlamına gelmez. O zaman diyeceksiniz ki akşam namazının önünde niye sünnet yok… Bu genel bir izahtır ama yerinde bir izahtır. Dolayısıyla namazı kılacaksa insanımız olabildiğince o namaza kendini vermesi, vermesi için de bütün erkânına (3) riâyet ederek Peygamberimizden intikal eden şekilde kılmaya çalışması. Esas olan da budur. Bizim nasihatimiz bu olur.

Çetinoğlu: Zekât konusunda da bilgi verir misiniz? Neden 40’ta bir diye soranlar var…

Erdoğan: Zekât konusu güncelleştirilmesi gereken bir konudur.

Neden 40’ta bir?

Bunun mutlaka bir sebebi vardır. Peygamberimizin dönemindeki yaşayışa baktığımız zaman, insanlık vazifelerinin îfâ edildiğini görürüz. İnsanlık vazifesi… Neydi o? Aç, açıkta olan insan varken ben tok yatamam. Bu insanlığa sığmaz, dine sığmaz. Dolayısıyla varlıklı olarak benim yoksulları gözetmem lazım. İlke bu. Esasımız bu. Hesabını nasıl yapacaklar?

Kim varlıklıdır? O günkü topluma, o günkü hayat standartlarına bakıldığı zaman denmiş ki; kırk koyunu olan bir kişi bunun sütünü alır, yününü alır, derisini, ürününü alır geçinebilir. Dolayısıyla artık böyle kendi kendine geçinebilene çok cüz’i bir miktar çok muhtaç birine vermesi bir insanlık gereğidir.

Şimdi böyle olunca mesela bugün benim maaş alan bir memur olarak benim kırk koyunla, deveyle, birkaç vesk (4) hububatla hiç ilişkim yok. Ben maaşımı alıyorum onunla geçiniyorum. Benim şuna bakmam lazım. Yaşadığım bu ülkede ortalama hayat standardının üstünde miyim, altında mıyım? Bunun için zâten yoksulluk sınırı, açlık sınırı diye endeksler geliştirmişler. Bu yoksulluk sınırı ile açlık sınırı arasındaki epey şişkin bir toplumun büyük bir kesimi zannediyorum o iki araya giriyor. Yâni yoksulluk sınırı ile açlık sınırı arası muhtemelen toplumun nüfusunun kahir ekseriyetini oluşturur. Bu kısım kendi yağıyla ancak kendileri kavruluyorlar. Dolayısıyla bunlar ne zekât alsınlar ne de versinler.

Açlık sınırının altında olanlar zekât alacaklısı olsun. Zenginlik sınırının üstünde olanlar da zekât versin. Ne kadar versin? İşte kırkta bir versin. Yahut kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra arta kalanın onda birini versin mesela. Öşür (5) var ya öşür. O anlamda kendisi kendi vicdanını tatmin edici bir şeyi bulsun. Ama versin. Biz dersek ki; ‘Eski kitaplarımızda yazdığı gibi maaşını alacak, ne artırırsa –artırdıkların üzerinden bir yıl geçecek– zekâtı öyle verecek…’ dersek, biz burada gönenirken (6) fakir fukara orada açlıktan perişanlıktan suça da itilir her türlü gayrı insanî bir duruma da düşer, bataklığa da düşer ve biz sonunda bu anlayışımıza sebep huzurumuzu da kaybederiz.

O yüzden bizim fakültenin vakfı bir ilmihal (7) hazırlattı. İlmihâlini birkaç arkadaş hocamızla birlikte bizler hazırladık. . Zekât kısmına bunları yazdık, dedik ki; memursan maaşın mesela ülkenin ortalama sınırın üstünde… Maaşını aldığı anda zekâtını versin. Seneyi beklemesin. Çünkü seneyi beklemeye fakirin tahammülü yok.  Adam acından ölüyor. Hastası var tedâvi ettiremiyor. Bu adama; ‘Hele sen bekle üstünden sene geçsin de sene sonunda sana zekât  vereceğim…’ Bunu demek yanlış olur.

Gene düşünüyoruz. Bu tabii şahsî bir düşüncedir. Din böyledir demiyorum. Benim dinden anladığım budur diye, zekâttan anladığım budur diye söylüyorum.

Çetinoğlu: İçtihada (8) açık bir konu…

Erdoğan: Tabii, tabii. İçtihada açık bir konu. Bu anlamda kırk rakamı da çok bağlayıcı olduğunu zannetmiyorum. Ama genel olarak böyle bir usul var. Yuvarlak bir şey. Niye otuz dokuz değil de kırk? Veya, kır bir değil de kırk? Sonuçta bir rakam söylenecek.

Çetinoğlu: Ticarî araçlardan da zekât verilmiyor.

Erdoğan: Diyelim ki adamın uçağı var. Ticarî araç diye zekâttan muaf olması düşünülebilir mi? Uçak yolcu taşıyor, onu işletiyor, ondan gelir elde ediyor. Hâsılat elde ediyor. Biz işte şimdi o hâsılatın zekâta tâbi olmasını söylüyoruz. Uçakların, filonun… kendi değerinin değil de hâsılattan…

Öşür vardı ya öşür deydi? Araziye tahılı ekiyorsun hasat ettiğin zaman –öşür onda bir demek– onda birini hemen –hatta ondan daha hiç yemeden– veriyorsun. Masraflı bir üretim yaptıysan yirmide birini veriyorsun. Bunun gibi sayılmalı diyoruz biz. Diyelim ki adamın gelir getiren kiralık evi var. Evin kendi değeri üzerinden değil de geliri üzerinden zekâtını versin diyoruz. Yâni üzerinden sene geçsin falan değil. Aldığı ay, ihtiyacı kadarını ayırsın, fazlasının zekâtını versin.

Çetinoğlu: Zekâtın temlik (9) şartı hakkında okuyucularımızı bilgilendirir misiniz?

Erdoğan: Kur’anda Tevbe suresi 60. âyetinde geçiyor: ‘Fakirlere verilecek.’ Bizzat yoksula verilecek dendiği için biz bunu fakire vermesek de mesela bir fabrika kursak oradan elde edilecek ürünleri fakirlere dağıtsak. Yâni böyle bir yorum yapsak, bu yorumu kimileri kabul etmiyor.

Rahmetli Muhammed Hamidullah, çok büyük âlimdi. O çok daha genel alıyor.  Mesela ‘Fîsebilillah, Allah yolunda’ diyor Kur’an. Allah Yolunda’yı eskiler işte gazi, kuşanmış cihada gidiyor. Bunun geçimini sağlaması için ihtiyacı var. ‘Allah yolunda demek işte o gazi demektir.’ diye veya ‘hac yolcusudur demek’ diye çok dar anlamda anlamışlar. Hamidullah Hoca gibi bazı âlimlerimiz ise Allah yolunda’yı geniş anlayabiliyorlar. Yâni kamu hizmetleri şeklinde anlayabiliyorlar. O zaman zekât özellikle sosyal dayanışma, yardımlaşma vergisi gibi olmaktan çıkıyor, genişlettiğimiz zaman, bir tür mâliye teşkilatının adı gibi oluyor. Yâni bir mâliye teşkilatı var, adı zekât, zekâtın altında dar anlamda bu tahsis vergiler var. Ama çok geniş anlamda işte devlet harcamalarını, kamu harcamalarını da kapsayacak kadar veya anlamı genişletilmiş yorumlar var. Tabii bu çok kabul görmüyor. Zekâtın daha dar anlamda tutulması gerektiğini söylüyorlar. Ama diyelim ki bir yatılı okulumuz var. Orada çocuklar var. Dolayısıyla o çocuklara harcanacağı biliniyor. Güven de var. Bu durumda onlara harcanmak üzere verilebileceğini söylüyorlar. Ama diyelim ki bizim fakültenin yarım kalmış kampus inşası var. İşte buna harcayalım düşüncesine cevaz vermiyorlar.

Çetinoğlu: Kimler hacca gitmeli?

Erdoğan: Kur’an-ı Kerim; ‘İmkân bulan gitmeli.’ Diyor. Yâni zenginlik şartı aramıyor. Diyelim ki bizim işçiler oraya çalışmaya gitmiş bu arada da hac mevsimi gelmiş, ‘Biz buradayız zâten hadi hac edelim.’ demeliler diyor. İmkânı olan değil de imkân bulan gitmeli. Ama sınırlamalar getirilebilir.

Diyelim ki bugün sınırlamalar olmasa oraya milyonlarca hacı birikir. Çünkü şimdi herkesin altında araba var. Arabasına doldurur erzakı vurur yola kendini. Oranın da belli bir günde, belli bir yerde olma şartı olduğu için şu anda 3.000.000 insanı zor kaldırıyor. Düşünü ki 30.000.000 insan birikti. Birbirini ezerler. Zaten bu yeni önlemler olmasaydı… Kontenjan tanınması falan hep sebeple… Tabii kota uygulamaları bu anlamda isabetlidir diye düşünüyorum.

Çetinoğlu: Mahremi olmayan bayan hac için vekil gönderebilir mi?

Erdoğan: Şimdi kendisinin gitmesine izin veriyorlar herhalde. Vermiyorlar mı? Bilmiyorum.

Çetinoğlu: Vermiyorlar. Diye biliyorum. ‘Yalnız bayan hacca gidemez’ diye kesin hüküm verenler var.

Erdoğan: Bir şekilde bir yol buluyorlar galiba kafile hâlinde gidilince….

Çetinoğlu: Bazı yazarlara da soruluyor.  Gazetelerde cevaplar veriliyor. Cevaplar farklı.  İşin doğrusu nedir?

Erdoğan: Bir kızımız Ürdün’e Arapça bilgisini geliştirmek için gitti mesela. Kimi Tunus’a gidiyor, kimi Amerika’ya gidiyor. Suudi Arabistan’a da gitmiş olabilir. Sonra kızcağız diyor ki; ‘Ben buraya gelmişken bir umre yapayım.’ Umre yapması için başvuruyor, diyorlar ki; ‘Sen  bayansın. Tek başına gidemezsin.’ Vize vermiyorlar, gidemiyor.

Yâni dünyanın her bir yerine gidiyor ama iş Allah’ın evini ziyârete geldi mi gidemiyor. Bu yanlış değil mi? Yanlış tabii. Peygamberimizin zamanında hac için üç gün üç gece yol gitmek gerekiyordu.  Bir  bayan, tek başına çıkacak o günkü şartlarda üç günlük yol gidecek düşünebiliyor musunuz? Deve sırtında. O şartlarda! Hiçbir yol güvenliği yok, her tarafta eşkıya olabilir, yol kesebilir. Dolayısıyla o şart,  Peygamberimizin o şartı tamamen güvenlikle ilgili bir şarttır. Güvenlik varsa kadının işte Amerika’ya gittiği gibi filan yere gittiği gibi hacca gitmesinde de bir beis yok. Güvenlik yoksa erkekler de gidemezler. Yâni bir erkek olarak bilsen ki yolda savaş var Senin yolun da oradan geçecek. Gitme diyor zaten. Erkeğe de gitme diyor. Yâni güvenlikle ilgili bir yasaktır  o. Güvenlik varsa eyvallah, güvenlik yoksa kadın da olsa erkek de olsa gidemez.  

Çetinoğlu: Kurban kesmenin hikmet ve faziletlerini de anlatır mısınız?

Erdoğan: Kurban bütün dinlerde var olan bir şey. Hatta bâtıl dinlerde de var olan bir şey. Kurbana insanların ihtiyacı var. Psikolojik olarak ihtiyaçları var. Bizim Ali Murat Daryal Hoca’nın Kurban Psikolojisi üzerine bir çalışması, kitabı var. Orada uzun uzun anlatıyor. İnsanın içindeki bu şiddet dürtüsü var ya… bir şekilde olumluya kanalize edilmediği zamana işte İspanya’daki o arenalardaki gibi hayvanlara işkence ediliyor, işkence edilerek öldürülüyor. Kan akıtma ihtiyacı meşru yoldan bir şekilde tatmin edilmesi gerektiğini anlatıyor. Tabii ne kadarına katılmak mümkün,  bilemiyorum ama böyle bir yorum var. O anlamda Kurban meselesinin özü şu oluyor. Bu bir insanlık ihtiyacıdır. Bizim bir şekilde Allah’a karşı bir fedakârlık nişânesi olarak bir kurban sunmamız lazım. Allah oğullarımızı âzad etmiş. Şükür olarak onu kesiyoruz.

Çetinoğlu: Sadaka hakkında neler söyleyeceksiniz?

Erdoğan: Sadaka; doğruluk demektir. Sıdk kelimesiyle aynı kökten. Yâni sadaka demek bir iddianın doğruluğunun ispâtı demektir. Yâni ben bir insan olarak diğer insanlara karşı sorumluluğumun farkındayım. Dolayısıyla ben bu farkındalığımı verişimle ortaya koyuyor, ispat ediyorum, tasdik ediyorum demektir. Yâni bu anlamda sadaka önemli bir şey tabii…

Çetinoğlu: Dua üzerine de konuşabilir miyiz?

Erdoğan:Yer-gök dua üzerinde durur.’ derler. ‘Dua ibâdetin özüdür.’ diyor Peygamberimiz. Yâni bütün ibâdetlerin nihaî anlamda özü duadır. Tabii ki; ‘Allah’ım bana şunu ver…’şeklinde söylenen sözler, dua değildir. Bunu da diyoruz da ama çok daha genelde güzel şeyler, yâni Allah’la hemhal olma dediğimiz şey var ya… halleşme, hasbıhal falan gibi. O anlamda elleri kaldırıp göğü kıble yaparak namazı Kâbe’yi kıble yaparak kılıyoruz ya, doğayı da göğü kıble yaparak Allah’a arzımızı sunmak, niyazımızı bildirmek, bağlılığımızı bildirmek, şükrümüzü ifâde etmek, zikrimizi, fikrimizi ifâde etmek, insanların hayrını istemek. Yâni bunlar güzel şeyler. Bunlara insanların ihtiyacı vardır.

Çetinoğlu: Duada şekil ve dil şartı var mı?

Erdoğan: Belli bir şekli yok. Her yerde her şart altında… Gönlümüzden koptuğu gibi söyleyebiliriz. Fakat, dediğim gibi ‘Allah’ım bana araba ver, işte markası şu olsun…’ Öyle değil tabii. İnsanlığın genel saadetine, mutluluğuna, selametine yönelik taleplerde bulunmak gerekir.

Çetinoğlu: Konuştuklarımızın dışında ibâdet sayılan ameller nelerdir? İbâdet kadar değerli hareketler var…

Erdoğan: Şekil şartları olan ibâdetler; namaz, oruç, zekât, kurban ve hac. Bunun ötesinde mesela, Kur’an okumak değerli bir harekettir.. Niye Kur’an okunuyor?  Kur’an, bir zikirdir. Yâni Kur’an bir fikirdir. Zikredersen, fikredersen kendini şükürde bulursun. Yâni bütün bu zikrin, bu fikrin sonu şükür olur. Şükür demek nimetin kıymetini bilmek demektir. Bu senin nimetlerinin artmasına sebep olur. Böylece halka halka mutluluklarımız büyür.

Mutluluk öyle kolayca elde edilen bir şey değil çok öyle basit bir şey de değil. Bir bakıma da kolay elde edilir. Çok basit bir şey de değil. İşte onu elde edebilmenin yollarıdır bütün bunlar. Yâni zikretmeyen, fikretmeyen, şükretmeyen bir adam nasıl huzuru bulacak? Huzur yâni sarhoşluk falan kendinde olmamak değildir. O iç dinginliğine ermek. Yağmur yağıyor su damlacığı kendini taştan taşa atıyor sonra okyanusa erişiyor o dinginlik o durgunluk içersinde bir anlamda kendine gelmiş oluyor. Bu tabii ha deyince kolay değil. Ama dediğiniz gibi zor da değil. Birçoğumuz huzurun nerede olduğunu bilmediğimiz için çok arıyoruz, bir türlü bulamıyoruz.

Çetinoğlu: İçimizde!

Erdoğan: Evet! İçimizde. zikir diyor ya. Gittiğimiz her yere içimizdeki huzurla gidersek, gidebilirsek mesele kalmaz. Onun için de kulluk görevlerini yapmış olursak, huzur içimizdedir. Yeterli materyaldir.

Az önce okuduğumuz âyet vardı ya Allah’a kul ol, hakikatler sende tecelli etsin. Şimdi zikirle, fikirle, şükürle kulluğumuzu ortaya koyarak o zaman Allah’ın o güzel isimlerinin tümü bizde teker teker tecelli eder. Rahmân oluruz, kafir de olsa onu iyi insan olarak bağrımıza basabiliriz. Rahim oluruz aynı inancı paylaştığımız kardeşlerimize şefkat kanatlarımızı gereriz. Settâr oluruz insanların ayıplarıyla uğraşmak yerine günahlarını, kabahatlerini örteriz. Rezzâk oluruz insanların geçinebilmeleri için ne tür katkımız varsa yapabileceğimizi yaparız. Bunlar olur yâni, bunlar olunca huzur dediğimiz şey olur. Bu anlamda zor değil ama aradığımız yer önemli. Kayıp eşya kaybedilen yerde değil de başka yerde aranırsa ne kadar aranırsa aransın bir faydası yok.

Çetinoğlu: Tespih?

Erdoğan: Tespihte şekil şartı yoktur.  Tespih; zikirdir, fikirdir, şükürdür. En geniş anlamda budur. Zikrediyorsun, fikrediyorsun, şükrediyorsun.

Çetinoğlu: Hocam, çok teşekkür ederim. Okuyanlara faydalı bilgiler sundunuz. Hayırlara vesile olur inşallah.

Erdoğan: İnşallah… Vesile olduğunuz için ben de size teşekkür ederim.

SÖZLÜK:

(1) tevârüs: Bir kimseden maddî mânevî değerlere kalması.

(2) Şâtıbî: On dördüncü yüzyılda yetişmiş olan tefsir, hadis ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, İbrâhim bin Mûsâ, künyesi Ebû İshak’tır. Şâtıbî nisbesiyle meşhur olmuştur. Doğum târihi belli değildir. 1388 (H.790) senesinde vefât etti. Eserleri: 1- Kitâb-ül-Muvâfâkât fî Usûl-il-Fıkh, 2- Kitâb-ül-Mecâlis, 3- Şerh-ul-Celîl alel-Hulâsa fin-Nahv, 4- Kitâb-ül-İttifâk fil-İştikâk, 5- Kitâb-ül-İ’tisâm: Bu eserinde, bid’atin târifi ve mânâsı, bid’at ehlinin kötülükleri anlatılmıştır.

(3) erkân: Bir şeyin esasları, temelleri, yol, yöntem.

(4) vesk: Eskiden kullanılan bir ölçektir. Bir deve yükü anlamına gelmektedir. Genellikle buğday-mısır gibi zirat ürünlerinin ölçüsü olan ağırlık birimidir. Bir vesk, yaklaşık 130 kilodur.

(5) öşür: Tarım ürünlerinden alınan vergi ve zekâta denilir. Buğday, mısır, arpa ve odun gibi tarım ürünleri mevcudunun on’da bir’i oranında alınırdı. 

(6) gönenmek: Mutlu olmak, rahat bir hayat sürmek.

(7) ilmihal: Lügat anlamı, ‘durum bilgisi’dir. Temel bilgileri ihtiva eden kitaplara genel olarak ‘ilmihal’ adı verilir.

(8) içtihad: Herhangi bir konuda; kesim hüküm yoksa, din âlimlerinin delillere dayanılarak yeni hükümler çıkarması.

(9) temlik: Sözlükte ‘bir kimsenin, başka birine değeri olan bir şeyi, para olarak değil de  mülk olarak vermesi. 

(10) mahrem: Sözlükte; ‘haram’, ‘haram kılınmış’ anlamındadır. Dinî kavram olarak, evlenilmesi ebedî olarak yasaklanIş kişileri ifâde eder.

OĞUZ ÇETİNOĞLU

 

 

 

(BİTTİ)