Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

‘Yol Haritamız Kur’an-ı Kerim Olmalı.’

 

Fıkıh Ana Bilim Dalı Profesörü  Dr. Mehmet Erdoğan aydınlatmaya devam ediyor: 

‘Yol Haritamız Kur’an-ı Kerim Olmalı.’

Oğuz Çetinoğlu: İnsanoğlu her zaman yardıma muhtaçtır. Gücü yetiyorsa kendisi de her zaman yardıma hazır olmalı. Bunun idrakinde olan insanlar var. Yahut, bâzı insanların yaradılışında bu özellik bulunuyor.  

Peygamberimiz (sav); ‘Her doğan fıtrat (1) üzerine doğar.’ Buyuruyor. Buradaki fıtratın anlamı nedir?

Erdoğan: Buradaki fıtratın anlamı; ‘yatkınlık’ demektir. Yâni her doğan çocuk –Müslüman doğar değil–  Müslüman olmaya yatkın doğar. İnsan dört dörtlük, insan olmaya yatkın doğar demektir. Bu yatkınlık için, terbiye ve eğitim şarttır. İbâdetlerimiz de bu eğitimin vazgeçilmez unsurlarından biridir. Çünkü her şeyden evvel bir kişilik eğitimidir. Yâni benim ben olduğumu, O’nun da O olduğunu hep aklımda tutacağım için benim bu eğitimden geçmem, bu hayat boyu sürecek olan bu eğitimi gerçekleştirmem gerekiyor. Eğer onu yapabiliyorsak o zaman özümüzde yaratılışta özümüzde saklı bulunan, gizli bulunan o cevherler keşfediliyor, açığa çıkarılıyor, işleniyor ve her biri son derece değerli özellikler hâlini alıyor.

Çetinoğlu: Bunu ibâdetsiz başarabilir miyiz?

Erdoğan: Hayır. Bunu ibâdetsiz başaramadığımız gibi önümüzde somut örnekler olmadan da başaramayız. Yâni çevremizde mutlaka numune-i emsal olabilecek örneklerin olması lazım. Peygamberler bunun için vardır. Peygamberler bu örneklik ihtiyacını karşılamak için vardır. Zâten Peygamberimiz de daha çok böyle sözlü anlatım yerine bir şeyi yapıyordu, insanlar da O’nu görüyordu onlar da O’nun gibi yapmaya çalışıyordu. Ve bâzen de bunu sözlü olarak teyit ediyordu. Diyordu ki; ‘Ben şimdi nasıl hac yaptım, siz de öyle yapın. Ben namazı nasıl kıldım siz de benim kıldığım gibi kılın.’ diye bazen böyle sözlü teyit de ediyordu. Çoğu zaman teyit etmesine gerek olmadan zâten insanlarımız Peygamberimizi her alanda örnek aldıkları için onun gibi olmaya çalışıyorlardı.

 Peygamberimizin ahlakını soranlara Hazret-i Ayşe, ‘O’nun ahlakı Kur’an ahlakıdır.’ diyor. Yâni o zaman Kur’an okunan kitapsa peygamber de okunan kitabın yaşanmış olanı, uygulaması. Yaşayan Kur’an. Canlı, ete-kemiğe bürünmüş Kur’an olmuş oluyor.

Allah’ın, hak edeni cezalandırma gibi kahhar (2) isimleri de var. Peygamberimiz de hak edenleri cezalandırmış. Birisi hırsızlık yaptığı zaman cezalandırmakta tereddüt etmemiş. Tam bir kararlılık göstermiş. Çünkü orada Allah’ın celal (4) isimlerinin tecellisi gerekiyor. Buna mukabil kendi şahsî hayatına baktığımız zaman, yumuşak olduğunu, kimseye kızmadığını, hiddetlenip bağırmadığını, affedici olduğunu görüyoruz. Bütün bunlara rağmen, gerektiğinde zırhını kuşanıp savaşa da gidiyor. Cezalandırılması gereken kişileri cezalandırmaktan asla geri durmuyor. Şahsî hayatımızda örnek almalıyız. 

Yol haritamız  olarak elimizde Kur’an var. Bizden önde giden en başta Peygamberimiz arkasından sahâbîler (5) ve onların arkasından bize kadar gelen milyonlarca, milyarlarca insanın oluşturduğu o koca devasa yol var. ‘İhdinas sıratâl mustakim…’(6) diyoruz ya, işte o yoldan sapmadan, o yoldan ayrılmadan, onların izi sıra, onların yaptığı gibi yaparak yâni bu bir kör taklit anlamında değil, çünkü biz biliyoruz ki en güzelini Peygamberimiz yaptı ve biz de Peygamberimiz gibi yaparsak en güzelini yapmış oluruz. Dolayısıyla da o ibâdetler en güzel şekilde amaçlarını bizim üzerimizde de gerçekleştirmiş olur. Hanımların kanaviçe işlerken örnek üzerinden işlerler ya..… Peygamberimiz de o şekilde hayatımıza örnek alınmalı. Örnek üzerinden hareket etmezsek, varacağımız sonucun ne kadar isâbetli ve doğru olacağına dair garantimiz yoktur.

Çetinoğlu: Bir hükmün konuluş amacı anlamında, genel olarak İslam’daki ibâdetlerin hikmetleri hakkında bilgi lütfeder misiniz?  

Erdoğan: İbâdetler, bizim kulluk şuurumuzun gelişmesini sağlar. Kul olarak Müslümanlığımızın inşası ve bunun da hep sonuna kadar olumlu bir şekilde sürekli gelişmeye tâbi tutulması ibâdetlerin konuluş sebebidir.  

Bunun dışında şahsî gelişmemizi sağlar. İnsanın bir de sosyal yönü vardır. İnsan sosyal bir varlıktır. Tek başına yaşayamaz. Mutlaka toplum içinde olması gerekiyor. Dolayısıyla ibâdetlerin insanlar arasındaki ilişkilerin başlamasını, düzenli bir şekilde devam etmesini sağlar. Hayatta gerekli olan bâzı bilgiler, ibâdetler sırasında öğrenilir.

Namaz, Allah’la aramızdaki ilişki olsa bile, bakıyoruz bunu bir cemaatle edâ etme, hatta Cuma ve Bayram namazlarında mecburî  olması gibi durumlar, namazın sosyal yönünün de bulunduğunu ortaya koyuyor. İbâdet, şahsî bilincin gelişmesini, canlı tutulmasını sağladığı gibi, sosyal  şuurun inşasını, mahşerî vicdanın oluşumunu, ortak bir duygu ve düşünce ikliminin meydana gelmesini de sağlıyor. Ben çok huzurluyum, iç huzurum çok iyi ama içinde bulunduğum çevrenin huzursuzluğu beni her zaman etkiler. Dolayısıyla çevremin de aynı şekilde huzurlu olması benim huzurumun yegâne teminatıdır. Bu itibarla o sosyal mahşerî duygunun, düşüncenin, vicdanın bunun inşası ve canlı tutulması, ibâdetlerde  hikmetler bulunduğunu ortaya koyuyor.

Ortaklaşa yapılan ibâdetler esnasında ortaklaşa terennümler var. Aynı metinleri terennüm ediyoruz, aynı ilahileri okuyoruz, aynı duaları yapıyoruz. Bunların bir arada buluşması hakikaten şahsî olarak asla elde edemeyeceğimiz hazlara ulaştırıyor bizi. Duygular, cemaatin fertleri arasında  sirâyet eder. Tek başıma olduğumuzda duygulanmayacağımız  durumlar, toplulukta daha tesirli olur.  Toplu ibâdetler; ortak paydaların oluşmasına, ortak duyguların gelişmesine, ortak düşüncelerin güçlenmesini sağlıyor.

Yabancı bir diyarda ezan sesi duyuverseniz bütün garipliğiniz sona eriyor. Oradaki yabancılığımız, oradaki tedirginliğimiz bir anda biter. Bu anlamda böyle herkesin paylaşabileceği, bizi heyecanlandıran, aynı duyguların paylaşılmasına sevk eden bu ortak noktaların olabildiğince çok olması son derece önemli. İbâdetler ortak paydalar oluşturuyor.

Mesela bir ezan çağrısı bütün İslam dünyasını birleştiriyor. Bir cami mimârîsi büyük ölçüde bizi yakınlaştırıyor. Terâvih namazları kılınırken topluca cemaatin salâvat okuması, bayram namazlarında topluca tekbir okumaları bizi son derece duygulandırıyor ve apayrı iklimlere taşıyor. Bu anlamda ibâdetlerin asla göz ardı edemeyeceğimiz sosyal işlemleri olduğunu da görüyoruz.

İbâdetler, özellikle namazı dikkate aldığımız zaman çevre bilincinin oluşmasında temizlik alışkanlığının kazanılmasına ve yerleşmesine imkân veriyor. Temizlik, namazın ilk şartıdır. İslamiyet’in ilk şartıdır. ‘Temizlik imandandır.’ diyoruz. İman yetmiş şu kadar küsurdur. Bunun en yüce mertebesi içimizdeki inancı dil ile ifâde etmektir. Yoldaki eziyet veren, insanları rahatsız eden herhangi bir şeyi izâle (7) etmek de imanın zayıf bir tezâhürüdür. En zayıf olanı buğz (8) etmektir. Yâni insanlar onu önemsiz gibi görecekler anlamında.

Umuma ait bir yerdeki rahatsızlık verici bir pisliğin yok edilmesi, imanla irtibatlandırılıyor. ‘Temizlik imandandır.’ deniliyor. İman bütün ibâdetlerin ilk ve temel şartı oluyor. ‘Namaz kılacaksan ilkönce necâsetten arınacaksın.’ diyor. Necaset de bildiğimiz anlamda maddî pisliklerdir. Nasıl arınacaksın? Bedenin temiz olacak, kıyâfetin temiz olacak, namaz kıldığın yer de temiz olacak. Namaz kıldığın yer, yâni mescit temiz olacak. Müslüman için bütün yeryüzü mescittir. O halde Müslüman’ın bulunduğu yer, çevre, dünya temiz olacak. Müslüman her yerde namaz kılabilir. İzahı noktasında hareket ettiğimiz zaman, sırf ibâdet ile ilgili bu şart bile müthiş bir çevre bilinci oluşmasını gerektiriyor.

Çünkü hadis diyor ki; ‘Yeryüzüne herhangi bir yerinde ben taharetlenebilmeliyim.’ Yâni teyemmüm abdesti alabilmeliyim. Teyemmüm alınabilmesi için toprağın kirletilmemiş, pisletilmemiş olması lazım. Bu anlamda müthiş bir çevre bilincinin oluşmasında, temizlik anlayışının oluşmasında insana katkısını olacağı görülüyor.

Çetinoğlu: Zekât da fazileti yüksek bir ibâdet…

Erdoğan: Zekâtın günümüzdeki karşılığı olarak;  ‘Sosyal dayanışma ve güvenlik şemsiyesi’ ifâdesi kullanılabilir. Sosyal anlamda insanlarımız insan gibi yaşayabilmeli, karınlarını doyurabilmeli, başlarını sokabilecekleri bir yuvaları olmalı. Asgarî düzeyde de olsa bunları temin etmek, bütün insanların vazifesi oluyor. Zekât da bir ibâdet şeklinde ete kemiğe bürünüp önümüze konuluyor. Zaten bu bir insanlık vazifesi ama biz bu insanlık vazifesini ibâdet şeklinde îfa ediyoruz.

Çetinoğlu: Sadaka-i fıtır  var…

Erdoğan: Sadaka-i fıtır ne demek? Allah bana sağlık vermiş, Allah beni yaşatmış. Şu anda yaşıyorum. Hayatımı Allah sürdürüyor. Sağlık da vermiş. Özgürüm insan olarak. Şimdi bu varlığımın bir sadakası olarak benim gibi diğer kardeşlerimin hiç olmazsa bayram günü açlık, yoksulluk sıkıntısı çekmesin diyerek işte bu varlığımın, başımın gözümün sadakası olarak vermem gereken bir şey olarak bize sunuluyor. İmkânı olanlar, resmen belirlenen miktardan daha da fazlasını vermeli. Bu vatandaşlık borcudur, bu bir insanlık borcudur. Bu ülkenin nimetlerini kullanıyoruz, kullanırken de bu nimetlerden tamamen mahrum olan insanları görmezsek, insanlığa yakışmayan bir hareket yapmış oluruz. Kaldı ki ben bu nimetleri bu ülkede kazandığıma göre bu ülkenin şartları benim bu nimetlere ulaşmamı oluşturdu. Bu nimetlerin şartlarında da işte şu kadar milyon nüfus var. Dolayısıyla nereden baksak o sözünü ettiğimiz hikmet nihai anlamda hikmet diyorduk ya onlar karşımıza çıkıyor.

Zaten bir insanlık borcu, zaten bir vatandaşlık, yurttaşlık borcu ama Allah bunu bize bir ibâdet neşvesi içersinde önümüze sunuyor. Diyor ki; ‘Bunu ibâdet olarak yapın, bire yedi yüze kadar da ben size karşılık vereceğim. İstersem daha da artırırım.’ yâni Allah ribânın (7) bereketini giderir ama sadaka olarak verilen, yardım olarak verilen, zekât olarak verilenleri artırır diyor. Buğday tanesinden buğday başağı, buğday fidanı gibi… Bire yedi yüz ona atıfta bulunmak isterim. Yâni Allah yolunda vereceğiniz bir tane yere atılıyor, oradan yedi tane başak, her başakta yüzer tane buğday… dolayısıyla bire yedi yüz veren bir ziraat.  Yâni böylesi başka bir durumda, dünyada vâki değil. ‘Siz bunu bu neşveyle verirseniz, yani içinizden koparak gelen bir iyilikle verirseniz, bir verdiğinize  yedi yüz veririz.’ diyor.

İnfakla (8) ilgili çok âyet var. Oradaki vurgu da şudur; ‘Bizim size verdiklerimizden verin.’ diyor.  ‘Sizin nefsinizin kabul etmeyeceklerini de vermeyin.’ diyor.

Çetinoğlu: Zaman zaman, bir takım kişiler tarafından namaz surelerinin Türkçe okunması konusunda tartışmalar yapılır. Bu konudaki ilmî görüşleri lütfeder misiniz?

Erdoğan: Allah’a yaklaşmanın yolları çok. Sayısız denilebilecek kadar çok. İnsan Allah’a şöyle veya böyle yaklaşır. İbâdet yoluyla yaklaşacaksa ki en kestirme yol odur. İbâdetin belli bir şekli vardır. Bu şekillerden birisi de namazda Kur’an’dan sûreler okumaktır. Yâni en azından hadisleri de dikkate aldığımız zaman bir Fatiha suresi okunmalıdır. Ve bu okunan Kur’an olmalıdır.

Buradan hareketle mealler Kur’an mıdır? Değildir.  Zaten adı üstünde: ‘Meal(9). Kur’an’ın bir başka dille kısa açıklamasıdır.  ‘Kur’an değildir.’ diyoruz. 

Bu konuda İmamız Ebu Hanife’nin (10) görüşü kullanılıyor. Özellikle okunmalıdır, okunabilir diyenler, Ebu Hanife’nin görüşüne dayandıklarını iddia ediyorlar. Evet İmam’ın bu konuyla ilgili görüşü var.

İmam’ı Âzam Ebu Hanife; Irak’ta, Kûfe muhitinde yaşamış. Orası Acemlerin yâni İranlıların. Farsça konuşuluyor. İslam, hani durgun bir suya taş atılır da dalga dalga etrafa yayılır ya, böyle yayılıyor. Tabii bunun yayılabilmesi için engellerin olmaması lazım. İslam Mekke’de doğmuş Medine’de gelişmiş Hicaz’a yayılmış Hicaz’ın dışına taşmaya başlayınca orada dil engeliyle karşılaşıyor. Peygamberimizin ilk muhatapları Araplar. Arapların tümü Kur’an’ın dilini biliyor kendi dilleri çünkü. Ama şimdi İranlılar Arapça bilmiyorlar. Kur’an’ı anlayamıyorlar. ‘Acaba bu durum, İslam’ın yayılmasına bir engel teşkil eder mi?’ Diye bir soru oluşuyor. Ve İmamız Ebu Hanife sırf böyle bir engel oluşmasın mülahazasıyla mesela Fatiha suresinin Farsça tercümesinin okunması durumunda da namazın olabileceğini söylüyor ki İslam merkezden çıkmış yayılıyor önünde herhangi bir engel olmasın. Yâni bu bir engel olarak görülmesin diye böyle bir bu yaklaşım var. Yoksa o sınırda kalacak İslam. Kalabilir, belki kalabilir mülahazasıyla. Yâni illa ‘Farsça okusunlar’ demiyor. ‘Okuyan olursa o da olabilir.’ şeklinde ifâde ediyor. Şu nokta önemli. Vurgulamak istediğim kısım bu. İslam’ın olabildiğince yayılabilmesi için dil bir engel olmasın. Tabii daha sonra oralar da Müslümanlaşıyor. İnsanlar namazda kendilerine yetecek kadar Kur’an dilini konuşabiliyorlar. Fatiha’yla bir İhlâs suresini ezberlemek körpe bir dimağ için ne kadar sürer? Kaç saat sürer veya kaç gün sürer? Dede torununa bir şekilde onları öğretiyor. Dolayısıyla bu bir problem olarak gözükmüyor. Problem de kalmayınca tarihin sayfaları arasında Ebu Hanife’nin bu görüşü de unutuluyor.

Çetinoğlu:  İmam-ı Azam’ın icâzet (11) vermesinde bir süre söz konusu mu, yâni öğreninceye kadar diye….

Erdoğan: İmam’ımızda öyle bir şey yok. Vurgulamak istediğim nokta şu; günümüze gelince bir İslam birliği var. Gelişmiş İslam coğrafyası. Şöyle veya böyle... Siyasî anlamda bölük pörçük olmuş. İslam dünyasını bir arada tutan müesseslerden mahrum kalınmış. Mesela bizi bir arada tutan halifelik Müslümanlar için artık söz konusu değil. Bizi, Müslümanları bir arada tutan yegâne şey İslamlık adına ezanımız. Ortak bir ezan... Pakistan’da da, Türkiye’de de, Boşnaklarda da her yerde aynı okunan bir ezan. Bu bizi bir arada tutan bir alçımız, değerimiz. Bir camii, camide cemaat hâlinde kılınan namazımız, bu namazlarda ortaklaşa terennüm edilen dualarımız, Fatihalarımız. Mihrap, minber, kürsü… dünyanın her tarafındaki camilerde bulunan unsurlar. Ve… dualarımız. Biz Müslümanları bir arada tutan unsurlar olarak bunlar kaldı. Çünkü siyasî olarak çözüldük. Şimdi birileri kalkıyor; bizi, İslam dünyasının bir parçası olmaktan tamamen koparmak istiyor. Bir zamanlar ‘Tanrı uludur’ diyorduk, tutmadı. Onun yerine namazların Türkçe kılınmasını koymak istiyorlar. Ve bu yanlışlığa da  İmam-ı Âzâm Ebu Hanife’yi âlet ediyorlar.    

LÜGATÇE:

(1) fıtrat: İnsanda doğuştan var olan özellikler.

(2) kahhar: Cenab-ı Allah’ın sıfatlarından biridir. Gâlip gelen, zelil eden, istediğini yapan, üstün gelen, gücü her şeyi kuşatan, kuvvet ve kudretine güç yetiştirilemeyen , yaratıkları dilediği gibi yöneten, dilediğini yapmaktan hiçbir şeyin kendisini âciz bırakamayacağı mutlak otorite. 

 (3)celal: Cenab-ı Allah’ın sıfatlarından biridir. Büyüklük, yücelik, ululuk anlamandadır. Büyüklere haz kızgınlık ve öfke anlamında da kullanılmaktadır.

(4) sahâbi: Dinî bir terim olarak, Hazret-i Peygamberimiz devrine yetişmiş, Müslüman olarak Peygamberimizi görmüş, O’nun çevresinde bulunmuş ve Müslüman olarak vefat etmiş olan kimseler anlamındadır. 

(5) sırat-ı müstakîm: İnişi e yokuşu olmayan, dümdüz, işlek, açık ve doğru yol. Dinî bir terim olarak emir ve yasaklarda, helal ve haramlarda, hüküm, öğüt ve tavsiyelerde İslam’ın tavsiye ettiği ve doğru olan gidişat. 

(6) buğz: Sevmemek, hoşlanmamak, yüz çevirmek,

(7) riba: Karşılıksız fazlalık, faiz.

(8) infak: Dinî bir kelime olarak; Cenab-ı Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla kendi servetinden harcamada bulunması, ihtiyaç sâhiplerine karşılıksız yardım etmesidir.  

(8) izâle: Yok etme, ortadan kaldırma, giderme.

(9) meal: Kur’an-ı Kerim âyetlerini her yönüyle aynen çevirme iddiası olmaksızın, başka bir dile aktarmak anlamında kullanılır. Kur’an’ın kelime ve cümlelerini kelimesi kelimesine, hiçbir anlamını eksik bırakmadan başka bir dile çevirmek mümkün olmadığı için Kur’ân’ın başka dillere çevirisine ‘meal’ denilmiştir. Bu kelime ile; ‘Yapılan çevirilerde eksik olabilir, bu anlam, âyetin ve kelimenin yaklaşık mânâsıdır.’ Demek istenilir.

(10) Ebû Hanîfe: Hanefi Mezhebi’nin imamı, Büyük müctehid. Miladî 699 yılında, günümüzde Irak sınırları içerisinde bulunan Kûfe şehrinde doğdu. 767 yılında Bağdat’ta vefat etti. Varlıklı bir ailenin mensubu idi. Çok iyi bir eğitim gördü. Derin fıkıh bilisine sâhipti. Doğru bildiğini söylemekten ve onun mücâdelesini vermekten çekinmeyen güçlü bir ideal ve cesârete sâhip, âlim ve fâzıl bir zattı. İsamiyet konusunda halâ başvuru kaynağı olan pek çok eser yazmıştır.  

(11) icâzet: izin vermek, müsaâde etmek.

                                                                                                                           OĞUZ ÇETİNOĞLU

 

(DEVAM EDECEK)