“Zemherî” günleri, yâni “karakış / erbaîn”(22.12-31.01) geride kaldı.
“Hamsîn” (31.01-21.03) sona erdi.
O arada (11-17 Mart) “kocakarı soğuğu / berdelacuz” da geçti.
“Üç elli, yaz belli.” dedikleri gibi, kasım günleri başladıktan üç kere elli gün, yâni 150 gün sonra (nisanın 5’inde, 6’sında) kış mevsimi de pılıyı pırtıyı toplarmış.
“Sitte-i sevir”den (21-26 Nisan) de yeni çıktık.
Nasîb olursa 6 Mayıs’tan îtibâren “Hızır Günleri” başlıyor.
“Getir bana Hıdırellez’i, göstereyim sana yazı.” sözü de bunu anlatıyor.
Bu yıl “Hızır Günleri”nin başlayacağı târih “Ramazân-ı Şerîf”in de ilk günü...
“Ramazân-ı Şerîf” bu sene 29 gün sürecek, “Hızır Günleri” ise başladıktan 186 gün sonra bitecek.
Türkiye’nin ve dünyânın bütün günleri “Huzur Günleri” olur inşallah...
***
“Zemheri zürefâsı” diye bir tâbir vardır ki öyle soğuk günlerde şıklık olsun diye ince elbiselerle gezen kimselere alay yollu söylenir.
Hâli vakti yerinde olmadığı hâlde modaya uymaya çalışan; fakat imkânları da modayı tâkib etmeye elverişli olmadığı için mevsimin havasına uygun giyinmeyen kimseler hakkında “Zemherinin (zürefânın) düşkünü beyaz giyer kış günü...” denir.
“Kocakarı soğuğu”nun peşinden gelen “sitte-i sevir” Türkçede “öküz soğuğu” adıyla da bilinir.
Atalar “Sitte-i sevir, her saati bir devir.” demişler. O günlerde hava her saat değişebilir.
“Hamsîn, erbaînden kemsin...” diye bir atasözü olduğunu da ilâve edelim.
***
Burada aklıma Şâir Haşmet - Koca Râgıp Paşa - Şâir Fitnat Hanım üçlüsüne dâir o meşhur fıkra geldi:
Şâir Haşmet bir gün Koca Râgıp Paşa ile dolaşmaktadır.
Derken, önü sıra hizmetçisiyle birlikte yürümekte olan Fitnat Hanım’ı fark eder.
Havada “kocakarı soğuğu” hüküm sürmektedir.
O anda Şâir Haşmet mûzipçe bir nükte yapmak ister.
Gözünü Fitnat Hanım’dan ayırmadan ve yüksek perdeden Koca Râgıp Paşa’ya seslenir:
“Şu kocakarı var ya... Ortalığı dondurdu şu kocakarı!”
Fitnat Hanım taşın kendisine geldiğini derhâl anlar; fakat pek aldırmaz.
Çünkü bu “kocakarı soğuğu”nun arkasından gelecek olan “öküz soğuğu” fikri o anda Fitnat Hanım’ın imdâdına yetişmiş ve ona müthiş bir “tevriye” fırsatı vermiştir.
Şâir Haşmet’in duyacağı bir sesle cevâbı yapıştırır:
“Merak etmeyin efendim!” der.
“Arkasından öküz geliyor, öküz!..”
***
Mehmet Zeki Pakalın’ın yazdığı “Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü” ismindeki devâsâ kitaptan öğrendiğimize göre eski İstanbul hayâtında “Erbaîn” başlı başına bir hâdise olurmuş.
“İstanbul’un eski büyük adamları erbaîne büyük ehemmiyet verirlerdi. Şiddetli soğuk hüküm sürdüğü bu günler ihtiyarlarla zayıflar için pek tesirli ve hatta tehlikeli olduğundan bu gibiler erbaîni bir geçit zamanı sayarlar ve bu müddette yoğurt ve emsâli bâzı şeyler yememek suretiyle yiyecek ve içecekde bir nevi perhiz takip ettikleri gibi erbaîn sona erince kurbanlar kesmek ve ziyâfetler tertîb etmekle berâber birbirlerini ziyâretle tebrik dahi eylerlerdi. Tekkelerin bâzısında, husûsiyle Tophâne civârındaki Kaadirîhâne tekkesinde erbaîn bitince bir cemiyet yapılır, helva pişirilirdi...”
***
Musâhipzâde Celâl Bey de “Eski İstanbul Yaşayışı” adlı eserinde “Helva sohbeleri”ni uzun uzun anlatır.
Kısa bir nakil yapalım:
“Eski zamanlarda kış mevsiminin başlıca eğlenceleri helva sohbetleri idi. Devlet erkânından, hattâ vüzerâdan, sâir zenginlerden ve orta hâlli olanlardan, sanat erbâbından her sınıf kendi muhîtinde atalarından gördüğü âdet üzerine, birbirine samîmî fütüvvetkârlıkda bulunurlar, her fırsattan istifâde ederek helva sohbetleri tertîb ile ahbap ve yârânına ziyâfetler verirlerdi. Vükelânın helva sohbetleri pek külfetli ve tantanalı olurmuş. Şâirler, edipler, nükteperdazlar. menkıbegûlargüzel sesli meşhur mugannîler, sâzendeler dâvet edilirdi. Her sınıf kendi zevkine ve âlemine göre toplantılar yaparak şiddetli kış mevsiminin uzun gecelerini dostça, zevk ve sefâ ile geçirirlerdi. Erbaîn karakışın en soğuk geçen kırk günüdür. Hamsîn karakış biter bitmez erbaînin peşini bırakmayan ve elli gün devâm eden sayılı soğuk günlerdir. Sıhhat ve âfiyetle erbaînle hamsîni geçirenler kurbanlar keser ve sadaka verirler ve bundan sonra helva sohbetleri yapılırdı...”
***
“Bu sohbetlerin en başta geleni keten helvası idi. Ortaya sekiz on kişilik pırıl pırıl kalaylı bir bakır sini konur. Bunun üstüne iki bilek kalınlığında ağdalanmış kocaman sıcak bir halka şeker konur. Bu halkanın ortasına elenmiş un konur, keten helvasını yapmasını bilen ustalar kollarını sıvarlar, sıcak sularla ellerini kollarını sabunla yıkarlar. Sininin etrafına dizilirler. Pîr Selmân-ı Pâk’e gülbankokurlar. Ağdalanmış sıcak şekeri, ellerini ortadaki una batıra batıra sağdan sola el birliğiyle çevirmeğe başlarlar. Misâfirler hem seyreder hem de çalar, çağırırlar. Bu ağda türkülerle lâtifelerle çevrile çevrile tel tel keten helvası olur ve misâfirlere tutam tutam dağıtılır. Saz şâirleri destanlar, semâîler, koşmalar, türküler okurlar, çalarlar. Zarf tura oyunları oynanır, tekerlemeler, masallar, menkıbeler söylenir...”
***
Bunları niye anlattım?
Hasret ve üzüntümden...
Ömrünün otuz üç yılı MEB (Maârif) bünyesinde geçmiş bir Türkçe hocası olarak gördüğüm şu:
Mehmet Zeki Pakalın’ın veyâ Musâhipzâde Celâl Bey’in o“helva sohbetleri” kadar tatlı Türkçeleri bugün yok...
O tatlı, zengin ve engin dil, 1930’larda alınan ve hâlâ hüküm süren kararlarla yok edildi.
Çocuklarımızın beynini, mantığı çarpık, mânâsı kırpık, kullanışı yalpık, sıfatı sölpük ve geçmişten kopuk bir Türkçeyle dolduruyoruz.
Anasınıfından üniversiteye kadar...
Evet, hâlâ...
Bu dil “zemherî zürefâsı”ndan bile zavallı bir hâlde...
Türkçenin “karakış”ı beyinlerimizi büzüştürdü.
Çünkü “helva sohbetleri” yapılacak kelimelerden de “musâhip”lerden de bugün mahrûmuz.
“Eski İstanbul Yaşayışı” adlı eser, şimdiki edebiyat profesörlerinin kaleminden çıkmış yüzlerce kitaptan üstündür, bana göre...
Gelen hiçbir bahar Türkçe için bir ümit vaad etmiyor.
“Bir değil, yüz bin bahâr indirse hattâ âsümân;
Hiç kımıldanmaz, benim rûhumda kök salmış hazan!”
Ey devletim, sen nerdesin?