Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Nazif Okumuş ile ramazan sohbeti…

 

Gazeteci-yazar, 21. dönem İstanbul milletvekili Nazif Okumuş ile ramazan sohbeti…

GİRİŞ:

Ramazan, Kamerî ayların dokuzuncusudur. İlk sekiz ayın isimleri şöyledir: 1- Muharrem, 2- Safer, 3- Rebiülevvel, 4- Rebiülahir, 5- Cemaziyelevvel, 6- Cemaziyelahir, 7- Recep, 8- Şaban. Ramazan’dan sonraki aylar da 10- Şevval, 11- Zilkade ve 12- Zilhicce olarak isimlendirilmiştir.

Ramazan, Müslümanlarca en mübârek aydır. Çünkü Kur’an-ı Kerim bu ayda indirilmeye başlamıştır. Müslümanlar bu ayda oruç tutarlar.

Ramazan kelimesinin Cenab-ı Hakk’ın güzel isimlerinden olduğu ve ‘günahları yok edici’ anlamına geldiği de rivâyet edilmektedir.

Bereket, rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazan, İslam âleminde büyük bir saygı ile karşılanır. Eskiden beri bu ayda Müslümanlar, diğer aylara göre daha fazla ibâdet etmek için gayret gösterirler.

Ramazan ayına verilen önemi, okuyucunun faydalanmasına sunulan kalem ürünlerinin tür ve sayı itibâriyle çokluğundan da anlayabiliriz. Denilebilir ki İslam âleminde en gelişmiş Ramazan edebiyatı, Ramazan kültürü Türklere aittir. Ramazaniyyeler, iftariyyeler, bayramiyyeler, ramazan manileri, ilahiler, şiirler, münacatlar… çok zengin bir külliyat oluşturur. Ramazan ile ilgili mutfak kültürü, mahyacılık, hat ve minyatür sanatları, başta Karagöz-Hacivat olmak üzere seyirlik sanatlar… hep bize has zenginliklerdir.

Ramazan ile ilgili yalnız bir bölgeye has âdetler de vardır. Bunlardan biri Bafra’da, Ramazan’ın onbeşinci gecesindeki  sele-sepet-top kandil eğlencesidir. Özellikle çocuklar için zevklidir. Kandilin yapımı için el becerisi gerektiği için sanata yönlendirmesi açısından da yararlıdır. Kayıtlara intikal ettiğine göre 200 yıl öncesinden günümüze kadar uygulana-gelmektedir.  Ayrı bir yazının konusu olacak kadar geniş bir anlatıma ihtiyaç vardır.

Ramazan zenginliklerine, musikimiz de katkıda bulunmuştur. Sâdece ramazan ayında okunmak üzere ilahiler bestelenmiştir. Ramazan ilahilerinin tekkelerde okunan kısmı; gerek güfte, gerekse beste itibâriyle ağır ve sanat değeri olan eserlerdir. Camilerde okunan ilahiler ise beste itibâriyle parlak, sözleri anlamlıdır. İlk 15 gecede okunanlar ‘Merhaba’, son 15 gecede okunanlar ‘Vedâ – Elvedâ’ nakaratlıdır.

Ramazan ayına has ibâdet olan Teravih namazları da sanatla donatılmış, kılma şekilleri çeşitlendirilmiş ve zenginleştirilmiştir.

Ramazan, sohbetlerin de kaynağıdır. Özellikle Ahmed Râsim, Semih Mümtaz, Refi’ Cevad Ulunay, Sermet Muhtar Alus, Reşad Ekrem Koçu ve Burhan Felek’in Ramazan sohbetlerini hatırlayanlar vardır. Bu sohbetlerin bir kısmı, kitap hâlinde de yayınlanmıştır.

Üç aylar boyunca, özellikle mukaddes gecelere denk gelen günlerde yayınlanan röportajların konusu hep İslamiyet’le ilgili oldu. Ramazan ayına vedâ yerine geçecek son röportajın konusu da ‘Ramazan, oruç ve bayram’ üzerine olmalıydı. Hiçbir ön hazırlık yapmadan Nazif Okumuş dostumla bir araya geldik. Ramazan’la lafa girdik, Ramazan’da insan ilişkileri üzerine konuşurken… laf lafı açtı, güncel olaylar üzerinde duruldu ve güzel, aynı zamanda bilgilendirici bir sohbet oldu. Beğeneceğinizi umuyorum.

 

OĞUZ ÇETİNOĞLU

 

Oğuz Çetinoğlu: Sizinle yapacağım röportajın konusu; içerisinde bulunduğumuz mübârek Ramazan ayı, oruç ve idrak edeceğimiz Ramazan Bayramı olacak. Ramazan, oruç, Ramazan Bayramı… bu üç olgunun hayatımızı güzelleştiren zenginleştiren ve anlamlandıran yönleri… denilince, sizde oluşan duygular ve düşünceler nelerdir?

Nazif Okumuş: Milletimizin İslam’la müşerref olmasından sonra hem dinimizin içerisinde hem de milletimizin hayat anlayışı içerisinde Ramazan’ın çok özel bir yeri olmuştur.

Ramazan ayı, şefkat ve merhametle özdeşleştirilerek ifâde edilmiştir. Şefkat ve merhamet ortamında ifâde edilip mânâlandırılan Ramazan ayına ulaşanlar; vecibelerini her zamankinden daha fazla olarak yerine getirirler. Yaradan, rahmet ve mağfiretini kullarına açar. Cehennem azabından da kurtuluş müjdesini bu ayda verir. Kullarına bu dünya için  bayram, âhiret için cehennem azabından kurtuluş müjdeler. Bu sebeple Ramazan’ı çok anlamlı, çok özel bir ay olarak görmek gerekir.

Ramazan sadece hem bedenî hem de bir şekilde malî ibâdetlerin yapıldığı ay olarak özetlenemez. Bugün ramazanın anlam ve önemini; dünyadaki gelişmeleri dikkate almakla beraber İslam coğrafyasındaki hâdiseleri ve sosyal hayatı ihtiva edecek şekilde düşündüğümüz zaman… Ramazan; refah ve bolluk ayıdır. Fakirlerin sevindirildiği aydır.

Ramazan Türk-İslam coğrafyasında çok ayrı ve özel konumda kutlanmakta, idrak ve ihya edilmektedir. Dolayısıyla Türk-İslam coğrafyasında ramazan, o ‘merhamet’ ve ‘şefkat’ kelimelerinin anlattığı ansiklopedileri dolduracak anlama uygun bir şekilde idrak ediliyor kanaatini taşımaktayım. 

Çetinoğlu: Bu özelliğin kaynağına inelim mi?

Okumuş: Türk-İslam coğrafyasında ramazan anlatılmıyor, yaşanıyor. Onun anlam ve önemini herkes kavrıyor. Bizler de bu coğrafyada olduğumuza göre bunu ziyadesiyle görüyoruz.

Her ne kadar ‘eski ramazanlar…’ diyerek geçmişle ilgili birtakım özlemleri ifâde etsek de günümüzdeki ramazanların fıtratımızdan gelen özelliklerimizle örtüşüyor. Bize has değerlerle zenginleştiriliyor.

1200’lerin Türk-İslam coğrafyasında ramazanla beraber inanılmaz bir seferberlik başlar. Hem devlet yönetimi ve varlıklı insanlar çevredeki fakirleri belirler. İslam coğrafyasının diğer bölgelerindeki kanaatkâr insanlar için hazırlıklar yapılır. O insanların meseleleriyle meşgul olan önderler onların hangi ihtiyaçlarının giderilmesi gerektiğini belirler. Ramazan arifesinde noksanlar giderilmeye başlanır ve ramazan ayı boyunca ihtiyaçların karşılanmasına devam edilir. Bayram geldiğinde de, Ramazan bolluğunun bayram sonrasında da devamını sağlayacak ikramlar, bağışlar… zekât fitre ve sadaka şeklinde cömertçe sunulur.

Osmanlının en sıkıntılı zamanları olan son dönemlerine kadar devam eden bu uygulama, günümüz Türkiye’sinde de daha geniş imkânlarla devam ettiğini söylersek abartmış olmayız. Milletimizin iyilikseverliği, hayır-hasenât işlerindeki hasbîliği…, milletimizin dayanışma ruhu ve ramazanla beraber daha da öne çıkan Cenab-ı Allah’ın rızasını kazanabilme arzusu doruk noktaya ulaşır.

Milletimiz Türkiye’nin her yerinde, Türk-İslam coğrafyasının her köşesinde  bu ruh ve şuurla hareket ediyor. Günlük hayat buna göre şekillendiriliyor. Onun için Anadolu’dan taa Avrupa’nın içlerine kadar, Anadolu’dan Asya’ya kadar, Afrika’ya kadar zaman zaman da oradan insanları Anadolu’ya dâvet edilerek İstanbul gibi, Ankara, Konya, Bursa, Kayseri, Erzurum, Elaziz gibi, Adana, Diyarbekir, Urfa gibi şehirlerimize misafirler dâvet edilerek ramazanın kardeşliğe dönük tarafı da perçinleniyor ve orası da tamamlanmaya çalışılıyor. Bu bir ağız tadıdır. Ama ağız tadından öte bu bir dayanışmadır, İslam kardeşliğidir.  Türk milletine has İslam’ı yorumlamanın ve İslam’dan alınan lezzetin, tadın, hazzın, kul olma duygusunun dışa vurumudur.

Ramazanı  bu şekilde, bu anlayışla idrak ediyoruz. İklim olarak çok sıcak olmasına rağmen Müslümanların birbirleriyle olan münasebetteki o ince ayrıntıları da görüyoruz. Nedir? İstanbul’da bu sohbeti yapıyoruz. İstanbul gibi Türkiye’nin her yerinde, İslam coğrafyasının her yerinde dünyadaki ortalama sıcaklıkları dikkate aldığımız zaman nasıl insanların bunaldığını ve sıcaktan dolayı rahatsızlandığını görüyoruz. Camilerde ibâdetlerini yapmaya çalışan Müslümanların sıcaktan dolayı oluşabilecek birtakım olumsuzlukları en aza indirmeye çalıştıklarını görüyoruz.  Müslümanlar, aynı safta omuz omuza oldukları mümin kardeşleri rahatsız etmemek için  gayret ettiklerini ve dikkatli davrandıklarını görüyoruz.

Bu bir Müslüman’a ve bir insana yakışır insanı rahatsız etmeme duygusundan daha öte çok özel insanî fıtrat gereği doğan melekelerdir diye bakıyorum. Allah’a şükürler olsun buna da Cenab-ı Allah’ın milletimize böyle bir melekeyi böyle bir fıtrat özelliği verdiğini ve bu hassasiyeti de milletimizin her şeye rağmen sürdürdüğünü görüyorum. Ramazanı çok anlamlı idrak ediyoruz.

Çetinoğlu: Gazeteci-yazar olarak Ramazan aylarında medyanın konumunu değerlendirir misiniz?

Okumuş: Türk medyası maalesef, özellikle millî mücadele yıllarında sınıfta kalmıştı. Sonraki dönem içerisinde Türk medyasının tekrar milletin hayat anlayışına uygun reflekslere kısmen sâhip olduğunu görmüştük.

Zaman içerisine özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türk medyası ki o zaman görsel medyası henüz yoktu. Yazılı basın ağırlıktaydı, kitap ve dergiler ağırlıktaydı. Bir de radyo vardı tabii ki. Ama radyo tabi sistemli bir yayın yaptığı için onu kategori değerlendirmemizin dışında tutmak arzusundayım.

Bağımsız medya maalesef 20. yüzyılın ikinci yarısında Türk milletinin hassasiyetlerinden, değerlerinden, hayat anlayışından uzaklaşmaya ve kendi anlayışıyla, kendi kafasına uygun bir hayat tarzı oluşturarak o tarz çerçevesinde yayın yapmaya başlamıştı.

Bunu dikkate aldığımız zaman o dönemdeki medyanın; toplumun millî-mânevî değerlerine saygılı okumuş-yazmış, münevver kesimiyle hem de ümmî dediğimiz diplomasız kesimleriyle ters düştüğünü görmek mümkün söylemek de mümkün.

Çetinoğlu: Açıklar mısınız?

Okumuş: Milletimizin değerleriyle örtüşen aydınlar, medyanın başkalarının sözcülüğünü yaptığını, medyanın çok kuru bir tâbirle batı hayranlığı çerçevesinde, batının hayat anlayışına uygun bir yayıncılığı tercih ettiler. Bu anlayışı, jakoben bir bakışla, tepeden inmeci bir bakışla millete dikte ettirmeye çalıştığını görüyorduk. Sokaktaki insanlar da kendilerinden olmayan, kendilerine benzemeyen ve kendilerinin hiç alışık olmadığı birtakım yaptırımların kendi hayat anlayışları gibi sunulmasına anlam veremiyor ve buna çok doğru olarak, insanî bir tepki gösteriyordu.

Böylesi bir süreçten sonra Türkiye Allah’a şükürler olsun az veya çok, eğitim hamlelerinin de artık tabana yaymaya başlayıp bir şekilde Anadolu insanı ne olursa olsun dünya gerçeklerini de fark ederek  daha üst seviyede fikrî bir olgunluğa erişmiştir. Dîni kültürle bağlantılı hayat anlayışı, örfün, âdetin, geleneklerin sâdece alışılagelmiş anlayışla değil biraz da nesilden nesile aktarılan o öğretilerin günümüz şartlarıyla uyumlu hâle getirilmiş çerçevede keşfetmeye başladı.

Bu gelişmeler sebebiyle medya, ister istemez sorgulanır oldu. Bu sorgulama medyanın muhataplarıyla karşı karşıya gelip bir tartışma ortamı oluşturmadı ama en azından medya nüfusumuza göre, sosyal dinamiklerimize göre… taban bulamadığını gördü. Bunun üzerine kendi kendine dedi ki: Bir şekilde; ben toplumun değerlerinin uzağında kalmamalıyım, toplumun değerleriyle birlikte olabilmeliyim, en azından o değerlere saygı gösterebilmeliyim.

Şimdi üçüncü bin yıla doğru ilerlerken Türk milletinin bu hayat anlayışının çok özel bir tarafını teşkil eden inanç ve değerleriyle meşgul olma zaruretini gördü ve hayata geçirdi.

Bu gelişme, belki de biraz maddî çıkarların yönlendirmesi ile oluşmuş olabilir. İşin bu yönünü göz ardı edemeyiz ama ben o tarafına girmek istemiyorum.

Ve neticede şimdiki bulunduğumuz süreçte insanlığın da inanç ve değerlerine olan hassas bakışını dikkate aldığımız zaman Türk medyasının daha sağlıklı olmasa bile millete ve milletin değerlerini göz ardı etmeyerek sâhip çıkmaya çalıştığı ve en azından onları bir kenara itip, onları istismar edecek kulvardan kaçınmaya başladığını görüyoruz.

Ben iyi niyetle bakıyorum ve bunu çok olumlu buluyorum. Türk medyası şimdilik beklenen ve arzu edilen noktada olmasa bile önümüzdeki süreçte dünyadaki konjonktürel dinî inanç hassasiyetlerine uygun bir şekilde kendini rehabilite etmeye devam edeceğini ve sağlıklı bir şekilde de toplumla kucaklaşabileceğine inanıyorum.

Çetinoğlu: Medyanın vatandaşa yaklaşımı böyle… Siz politikacı olarak vatandaşın arasındasınız. Yakın temaslarınız var. Vatandaşlarımızın  medyaya bakış açısındaki tespitlerinizden söz eder misiniz?

Okumuş: Bu sorunun gelebileceğini tahmin ettiğim için bir önceki sorunuza çok iyi niyetle ve ümit var  ifâdelerle düşüncelerimi paylaştım. Konuya öyle baktım.

Bu sorunuza ilgili cevapta olumlu şeyler söylemek imkânını bulamayacağım.

Hem medyanın kendini sorgulaması hem de medya üzerinden topluma yön veren siyasetinden ekonomisine ve sosyal hayatı bir şekilde etkileyen çevrelere varıncaya kadar düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Tabii medyanın önderliğinde birçok hadisenin topluma yansıtılış biçiminin henüz çok objektif olmadığı hatta bâzı gerçeklerin toplumdan saklandığını, bazılarını da tahrif edilerek sunulduğunu söylemek mümkündür.

Çetinoğlu: Bu iddianızdan rahatsız olacak meslektaşlarınız  olabilir. Söylediklerinizi örneklerle destekler misiniz?

Okumuş: Elbette…

Bugün sizinle bu sohbeti yapıyoruz. Türk medyası günlerce yayınlar yaparak  toplumu, kamuoyunu Trabzon’da Sümela Manastırı’nda yapılacak olan  âyine hazırladı. Dün, âyin yapıldı.

Bugün Türk matbuatı, televizyonlar ve gazeteler Sümela’da dün yapılan bu âyini yansıtıyorlar. Gazetelerde çok geniş yer ve televizyonlarda uzun zaman ayırıyorlar. Hatta bazı televizyon kanallarımız da, özel olarak naklen yayın yaptı.

Bu olay çok önemlidir. Önemli oluşunun ilk sebebi, Törenin 15 Ağustos günü yapılmasıdır. Bilenler bilirler: 15 Ağustos, Cennetmekân Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin Trabzon’u fethedişinin yıl dönümüdür.

Tarih: 15 Ağustos 1461: Halkının büyük çoğunluğu Anadolu’ya 1071’den önce gelen Çepni Türklerinden oluşan Trabzon ve havâlisi Osmanlı yönetimine girmiştir. Türklerle meskûn olan, esâsen Türk yurdu olan Trabzon’un yönetimi de Türklerin eline geçmiştir.

Sümela Manastırı’nda  yapılacak törenin gününü, Patrikhâne belirledi.

Neden 15 Ağustos?

Bir mesaj vermek istiyorlar: Bu gün burası tören için bizim oldu, yarın tapusu da bizim olacak…

Trabzon’da Rum yok ki, Sümela’da onlar için tören yapmak ihtiyacı doğmuş olsun. Törene katılanlar, Yunanistan’dan, Kıbrıs Rum kesiminden ve Gürcistan’dan özel olarak getirtilen Ortodoks Hıristiyanlar…

Basınımız, bu âyine neden izin verildiğini sorgulamalıydı. Âyinin 15 Ağustosta yapılmak istenmesini sorgulamalı ve âyinin yapılması mutlaka gerekli ise, başka bir güne kaydırılması için bütün gücüyle çalışmalıydı.  

Millî hassasiyet bunu gerektirir.

Özlediğimiz, aslında asla kaybetmememiz gereken bu hassasiyeti, yalnızca Önce Vatan Gazetesi’nde görebildik. Önce Vatan Gazetesi’nde Yazar Bojidar Çipof’un adı verilerek yayınlanan haberde;  15 Ağustos’ta yapılacak âyinin ‘işgal’ anlamını taşıdığı, insanların Sümela’ya, fethin rövanşını almak için dâvet edildiği belirtiliyor.

Türkiye’yi yönetenlerin bu aymazlığı, basınımızın uyarılarıyla giderilebilmeliydi.

Bundan uzun yıllar önce, 1997 yılında; ‘Çevre kirliliği ile mücâdele’ görüntüsü verilerek, öyle bir bahânenin ardına gizlenilerek  Venizelos adlı bir gemi ile, Trabzon’a çıkarma yapmak istediler. Âla-yı vâla ile güya Karadeniz’i temizleyeceklerdi.

Neden Karadeniz, neden Trabzon? Basınımız, bu olayı da sorgulamadı.

O dönemdeki millî hassasiyet sâhibi insanlar,  limanda toplanarak, medenî bir şekilde, centilmence millî hassasiyetlerini ortaya koydular.

Bir gemi dolusu din adamı, papaz ve farklı dinlere mensup bir yığın insan temizlik için bula bula Trabzon’u buluyor. Bunların hiçbiri, ‘Çevrecilik’ adına hiçbir etkinliğe katılmamışlar.

Basının fark edemediği bu gerçeği, millet gördü ve tepkisini koydu. Çevreci bozuntuları da istediklerini elde edemeden geldikleri gibi geri dönüp arkalarına bakmadan gittiler. Aynı kumpanyanın aktörleri, yine başrollerde görünerek, başka bir bahânenin ardına gizlenerek tekrar geldiler.  Sümela’da âyinlerini yaptılar.

Millete tercümanlık etmesi gereken medya olayı görmezden geldi. 15 Ağustos’un  ne mânâ ifâde ettiğini, bu tarihin neden ısrarla istenildiğini söylemediler. Söylemedikleri gibi de söylemek isteyenlere çok hakaretler ederek onları demokrasi dışı olmakla, onları din hürriyetine, hoşgörü anlayışına karşı olmakla suçlamaya çalıştılar. Bir anlamda çok ceberut bir anlayışla millî hassasiyet sâhiplerini sindirdiler.

Şimdi bugün gazetelerimize baktığımızda, olayın korkunç boyutunun farkına varılmadığını görüyoruz.

Bu sohbetimiz gazetede yayınlanacak, kitap hâlinde de yayınlanacak. Yâni belge hâline gelecek. Tarihe not düşmüş olmak için söylüyorum.

Âyin sırasında tesâdüfen ekrana yansıyan bir görüntünün resmi, hiçbir gazetede yoktu. Âyin haberlerine birkaç tam sayfa ayıranlar,  Rum patriği Bartelemeos’un yönettiği âyinin görüntüleri kocaman fotoğraflarla verenler… sözünü ettiğim o resme yer vermediler.

ENDERUNLU VÂSIF’IN RAMAZÂNİYYE’SİNDEN BEYİTLER:

Yevm-i şekdir der iken ‘umde-i zühhâd-ı cihân

Toğup isbât-ı kadem kıldı hilâl-i ramazân

Günümüz Türkçe’sine şöyle çevrilebilir:

Zâhitler şüpheli gün ile ilgili fikir birliğine varmışken ramazan hilâli, (ramazanın) geldiğini ispatlamak üzere doğdu.

Aşağıdaki beyitte ise Vâsıf, ramazanın bir başka yönüne değinmektedir. Ona göre ramazan, bakmasını bilen için Allah’ın bahşettiği bir mağfiret (bağışlama) ayıdır. Ancak isyan ehli (olanlar) bu ayın kıymetini bilmezler:

Şîve-i ‘afv-ı Hudâ’dır nazar erbâbına bu

Ramazânun ne bilir kadrini ehl-i isyân

Şair, Ramazâniyye’sinde ramazanı Allah’ın mağfiret bahçesine benzettikten sonra aşağıdaki beyitte, kendisini bu bahçede günaha bulaşmış bir fidan gibi gösterir ve Allah’tan kendisini, af ve mağfiretiyle, bu günahtan kurtarmasını ister.

Biz o bağ içre nihâl-i güneh-âlûdeleriz

Rahmet-i ‘afv-ı ilâhî n’ola etse cereyân

Cenab-ı Hakk’ın günahları affedip örttüğü gufrân rüzgârı seher vakti estikçe (günahlarımızın da), sonbahar yaprakları gibi döküldüğü şeklindeki düşünce aşağıda şöyle ifade bulmuştur:

Bâd-ı gufrân-ı Hudâ kim seheri estikçe

Gûyiyâ berg-i ma’âsi dökülür şekl-i hazân

 

(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU)