Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Allah (cc) ve Din

Bergson* diyor ki: ‘Ben filozofların anlattığı Tanrı’ya değil, peygamberlerin inandığı Allah’a inanıyorum.’

Kendisi de filozof olan Bergson’un bu sözleri mânâlıdır. Filozofların ‘Tanrı’ dedikleri, belirsiz bir yaratıcı güçtür. Bâzı filozoflar bu gücü kâinattan ayrı bir varlık olarak kabul ederler. Bâzıları da ‘kâinatın içindeki gizli ruh, görünmeyen akıl’ olarak târif ederler. Aristo*  ise; ‘Varlığı meydana getiren ilk sebep’ diyor. Aristo’u tâkip edenlere göre Tanrı, sâdece ilk yaratılışta rol sâhibidir. Daha sonraki safhalarda varlığa herhangi bir etkisi ve müdâhalesi söz konusu değildir. Varlıklar, kendi varlıklarını, belli bir düzen içinde devam ettirirler. Aristo’yu tâkip edenler, akıp giden hayat içerisinde Tanrı’nın varlığını kabul etmeseler bile, ‘belli bir düzen içerisinde’ demek suretiyle, farkında olmadan ‘Allah’tan (cc) söz ediyorlar. Çünkü sözü edilen belli düzen, günümüzde hâlâ, ilk yaratılışta oluşturulan düzen değildir. Her geçen gün, her saat, her dakika değişmektedir.

İslâm inancında, Allah (cc), elbette yaratandır. Fakat yarattıklarını kendi hâline terk etmiş ve başıboş bırakmış değildir. Allah; yaratan, yaşatan, yöneten, her şeyi düzene koyandır. Yarattıkları ile her an ilişki içindedir. Gören, gözeten, işiten, duâları kabul eden, tövbe edenleri bağışlayan, eşi benzeri olmayan, her türlü ihtiyaçtan uzak, yüceler yücesi mukaddes bir varlıktır. Kuluna, şah damarından daha yakındır. İnsanı hem dışından hem içinden kuşatmıştır. Kullarını, her iki yönden de gözetim altında tutmaktadır.

Felsefe, Allah'ın varlığı hakkında, kesin olmayan belli belirsiz fikirler öne sürerken, din, özellikle de İslâm dini, Allah'ın, birçok özelliğini, çok açık bir dille tanıtıyor; çünkü tanıtan Allah'ın kendisidir. Yoksa insan aklı, Allah’ın varlığını tanımaya ve anlamaya yeterli olsa bile O'nu bütün yönüyle tanımaya anlamaya yetmez. O, her bakımdan sonsuzdur, sonsuz boyuttadır.

Allah'ın, yaratıcı gücünü ve o gücün, kâinat üzerinde söz sâhibi olduğunu bilmek, iman değildir. Sâdece bilgidir. İman, Allah'ın, kâinat üzerindeki hükümranlığının, kendi üzerimizde de geçerli olduğuna inanmak ve bunu kabul etmektir. O güce, severek ve isteyerek teslim olmaktır. İşte bu gönüllü teslimiyet, gerçek imandır.

Allah’ın varlığını kabul etmek, imanın delili olsa bile mümin için yeterli değildir. İnsanoğlu kabul etse de etmese de O, mutlak varlıktır. Kabul etmeyince yok olacak değildir. Ayrıca bir Müslüman için Allah’ın varlığını ispat etmeye çalışmak da önemli değildir. Önemli olan insanoğlunun kendisini, mutlak, tek ve en güçlü varlık olan Allah’a sâlih kul olduğunu ispat etmesi, emir ve yasaklarını, hakkıyla hayatına rehber edinmesidir. 

İman, tek başına bile büyük bir değerdir; fakat ibâdetsiz* iman, meyvesiz ağaca benzer. İman, ibâdet ve hizmete dönüşürse, ancak o zaman sâhibine feyiz ve mutluluk getirir. Dindarlık, imanda muhabbet, ibâdette ve hizmette samîmiyet demektir.

Dindarlıkta, sevgi, elbette çok önemlidir. Aynı şekilde önemli olan bir başka şey de ihlâstır*. Riyâsız, gösterişsiz, yapmacıksız inanış ve samîmi bağlılık olan ihlâs, dinin ve dindarlığın özüdür. Dinle ilgili her konuda samîmi ve saf bir niyet aranır. Çünkü ameller, niyetlere göre değer kazanır. Dindar olmak için ‘inandık ve iman ettik’ demek yetmiyor.

Din uluları, yalnızca ibâdet* ederken değil, her zaman, her yerde Rabb’in huzurunda olduklarını bilirler. Bu şuurla yaşarlar.

Denilebilir ki; ‘Din, ruhun ebediyet yolculuğu için gerekli olan kaidelerin bütünüdür. Bu yolculuğun yol haritasıdır.’ Bundan dolayıdır ki insan eliyle bozulmamış hak dinin bütün kaideleri, beynelmilel ve ebedî prensiplerdir.

Dinleri, ‘Hak din, bâtıl din’ şeklinde târif etmek yanlıştır. Çünkü Cenab-ı Allah, bâtıl din göndermemiştir. Bir şey bâtılsa, zaten din değildir. Uydurulmuş şeylerin, din olmadığı kesindir. Sâdece sosyolojik bir vakıa olması dolayısıyla ona ‘din’ demek alışkanlık hâline gelmiştir. Bir inanç sisteminin din olabilmesi için, onun ilahî kaynaklı olması ve onda en azından şu üç özelliğin bulunması gerekir: 1- Dini temsil eden bir peygamber, 2- Kendine özgü bir kitap, 3- Kendine özgü bir ibâdet* ve o ibâdetin topluca yapılabileceği özel bir yer.

Bir dinde bulunması gereken temel unsurlar şunlardır:

1- Aklî Unsur: İnsanın, kendisinden üstün bir güç ve kudretin varlığını zihnen kabul etmesidir. Allah inancı veya çok umûmî mânâda mukaddes kavramı, dinin özündeki temel unsurdur.                                                                      
2- Hissî Unsur: Zihnen varlığı kabul edilen üstün güce, mukaddes varlığa karşı kalpten gelen sevgi ve bağlılık duygusu.                                                                                                                                                                                
3- Tapınma Unsuru: Kalben bağlandığı varlığa karşı, kulluk görevlerini yerine getirme mükellefiyetidir ki bu,  ‘ibâdetler’ olarak anılır.                                                                                                                                                                   
4- Sosyal Unsur: Aynı inanca sâhip olan insanların oluşturduğu grup, ümmet veya cemaat.

İslâm bilginleri, ilgili Kur’ân âyetlerinden hareketle dini, şöyle târif ediyorlar: ‘Din, akıl sâhiplerini, kendi hür seçimleriyle hayra yönelten ve ebedî mutluluğa götüren ilâhî kaidelerin bütünüdür.’

Din, yalnızca vicdan işi değildir. Toplu ibâdetler* için kullanılan ortak mekân, nikâh törenleri, ölülerin gömüldüğü mezarlık gibi benzerlikler ve berâberlikler sebebiyle toplum hayatında en belirleyici kıstastır. Din, insanları birbirlerine yaklaştıran, toplumda birlik ve bütünlüğü sağlayan en tesirli güçtür. O’nun gücü, yalnızca târihin parlak dönemlerinde değil, bunalımlı dönemlerinde de kendisini gösterir: Toplumu dağılmaktan ve çözülmekten korur. Bir toplumda din ne kadar güçlü ise ortak hayat da o kadar kuvvetlidir, insanlar arasında yardımlaşma ve dayanışma o ölçüde sağlıklıdır. Toplumda aile, ahlâk, hukuk ve ekonomi düzeninin devamı, güven ortamının devamına bağlıdır. Din, toplumdaki güvenin ve moralin en büyük kaynağıdır. Moral gücünü ve güven duygusunu kaybeden bir toplum, ekonomik yönden ne kadar zengin, teknoloji bakımından ne kadar ileri olursa olsun, çözülmeye ve dağılmaya mahkûmdur.

Din, insanlara yaşama arzusu ile birlikte yaşatma aşkı verir. Sabırlı, azimli ve gösterişsiz bir şekilde çalışmayı öğütler. İnsanları, değer verdikleri kişi ve kavramlar ve yekdiğerleri için fedâkârlık yapmayı öğütler. 

Târih boyunca hiçbir millet, din uğrunda, Türk milleti kadar, asırlar boyunca fedakârlık göstermiş ve emek vermiş değildir. Türkler dini milletten, milleti devletten, mâbedi kışladan, bayrağı sancaktan hiçbir zaman ayrı görmemiştir. Veliler âlimler ve şehitler arasında fark gözetmemiştir. Bütün mukaddes değerleri bir tutmuştur. Mâbetlerinde, ordusuna ve devletine, devletinin seçilmiş ve tâyin edilmiş yöneticilerine, askerine ve de polisine, öğretmenine duâ edilen tek millet biziz.

LÜGATÇE / AÇIKLAMALAR:

Bergson: Henri Bergson, 1859-1941 yılları arasında yaşadı. Fransız filozoftur. Gençlik yıllarında materyalistti. ‘Tanrı tanımaz’ olarak tanındı. Tahsil hayatını tamamladıktan sonra ruhçu ve metafizik görüşleri benimsedi. Materyalizme karşı çıktı. Hissiyat ve imanın kurtarıcısı olarak yaşadı. En önemli eseri ‘Yaratıcı Tekâmül’dür.

Aristo: Yunan filozof. M.Ö. 384-322 yılları arasında yaşadı. Her türlü ilim dalı ile alâkadar oldu. Çağın bütün müspet ilimlerini kendinden sonraki filizoflara aktaran, fikir ve düşünce târihinin sayılı dâhilerinden biridir.

İbâdet: İtâat etmek, boyun eğmek, kulluk etmek… Dînî olarak mükellef insanın, nefsinin arzusu hilâfına, Allah’ını tâzim için yaptığı fiil ve niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve Allah’a yakınlık ifâde eden şuurlu itâat. İnsan, Allah’a ibâdet için yaratılmıştır. İbâdet, Kutadgu Bilig’de en çok geçen kelimedir.

ihlâs: Doğru, samîmi, kalpten gelen karşılıksız sevgi.