Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Üç Aylar ve Duâ

Rahmet Mevsimi Geldi İdrak etmekte olduğumuz Üç Aylar vesilesiyle Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan ile, Üç Aylar ve Duâ üzerine konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Üç ayları idrak etmekteyiz. Hicrî takvime göre Recep, Şaban ve özellikle Ramazan, Müslümanların, diğer aylara göre daha fazla ibâdete yöneldikleri zaman dilimidir. Genel bir yorum yapar mısınız?

Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan: Hiç şüphesiz biz Müslümanların kulluk yoğun zamanlarımızın başında, üç aylar ve onların içinde de özellikle Ramazan-ı şerif gelir. Bu müstesnâ kulluk mevsimini, mümkün olduğunca değerlendirebilmek için, din görevlileri dilleri döndüğünce onun özellik ve güzelliklerini çeşitli vesile ve vasıtalarla anlatmaya gayret ederler. Her Müslüman da bu günlerde biraz daha farklı, biraz daha zengin bir insanî ve İslâmî hayat yaşama gayretine soyunur. Bu gayretler toplumda yaygın bir harekete, berekete ve genel bir güzelleşmeye vesile olur. Topluca ve toplumca daha büyük oranda yaşanmaya çalışılan İslâm, günlük hayatımıza âdeta bir bahar havası gibi gözle görülür olumluluklar ve güzellikler kazandırır.

Ramazan ayının gündelik hayatımıza getirdiği bu görünür ve hissedilir güzellikler, hiç şüphesiz mânevi hayatımızdaki güzelleşmenin yansımalarıdır. Bu sebeple her sene üç ayları ve özellikle Ramazan-ı şerîfi, kulluk dünyamızın rahmet mevsimi olarak karşılar, algılar ve yaşarız.

Yine hemen herkes bu görünür güzelliği ve mânevi derinliği bir şekilde dile getirebilir. Ama galiba yapılacak en isabetli iş, bu fevkalâde fırsatlar mevsimini bu ümmetin efendisinden sevgili Peygamberimizden dinlemektir.

Çetinoğlu: Recep ayının önemi nereden kaynaklanıyor?

Çakan: Enes b. Malik radıyallahu anh'ın haber verdiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Recep ayına girdiği zaman şöyle dua edermiş:

Allah'ım, Recep ve Şa'ban'ı bize mübarek (ve bereketli) kıl ve bizi (sağ­lıkla) Ramazana ulaştır! ([1])Kulluk yoğun bir mevsim demek olan üç aylara girdiğimiz gün­lerde, bütün Müslümanları yeni bir Ramazan'a kavuşma heyecanı ve ümidi sarmaya başlar. Hemen belirtmek ve müjdelemek gerektir ki, böylesi bir heyecan, ümit, hazırlık ve özlem, hadisimizde görüldüğü gibi, İslâmî bir terbiye sonucudur. Bu sebeple de tebrik ve takdire değer.

Çetinoğlu: Üç ayların, Müslümanları Ramazan’a hazırlama özelliği olmalı…

Çakan: Bize göre dünya ve âhiretin saadet anahtarı imandır. Fert ve toplum hayatımıza onu daha büyük ölçüde etkili kılacak uygun zamanlara ka­vuşma isteği, aslında daha diri bir dinî yaşayışı arzulamaktır. İyiliklerin güzelliklerin peşinde olmaktır. Müslüman’a da bu yakışmaktadır. Zira, ‘Müslümanların en hayırlısı, ömrü uzun, ameli güzel olandır.’ ([2])

Hadisimizin Müsned'de yer alan rivâyeti ‘Allah'ım, bize Receb ve Şa'ban'ı mübarek kıl ve bize Ramazanı da mübarek kıl.’ ([3]) Anlamındadır. Ahmed el-Bennâ es-Sââtî'nin dediği gibi burada Ramazan'ın, Receb ve Şa'ban'a atfedilmeksizin müstakilen duaya konu edilmesi, onun üstün faziletine işarettir. ([4])

Böylesi bir aya duyulan özlem, iyiliklerin, güzelliklerin tekrarını istemek, kötülüklerden ve zararlılardan tekrar tekrar uzak kalmayı dilemek demektir. Başka bir deyişle ömrü amel-i salih üzere Müslüman’ca geçirme, hayatı iyiliklerle bezeme arzusudur.

Böyle bir arzu ve özlemin, özellikle Recep ayına girildiğinde yapıl­ması, Recep ve Şâban'ın asıl değerlerinin, kulu Ramazan'a hazırlaması olduğunu, yani onların bereketinin ancak Ramazanla tamamlanacağını göstermektedir. Bu iki ayın asıl değeri, Ramazana olan yakınlıklarıdır. O halde Ramazanın feyz ve bereketinden tam anlamıyla istifade edebilmek için üç ayların girişiyle birlikte yeni, daha şuurlu ve ihlaslı bir kulluğu yaşamaya gayret etmek, bunu başarmaya çalışmak gerekmektedir.

Çetinoğlu: Üç aylarda Müslümanların sorumlulukları da artıyor mu?

Çakan: Daha diri bir dinî hayata sahip olabilmek için, dînî bilgiler ve pratiklerle, yani sağlam bilgi ve ihlaslı amellerle güçlenmiş olmak temel şarttır. Bir an­lamda yıllık bakım, ya da tahsil ve tatbikat zamanı olan üç ayları ve özellikle Ramazanı gereği gibi değerlendirmek ve o havayı bütün bir yıla taşımak ve taşırmak, hiç şüphesiz daha diri olduğu kadar daha tatlı bir dinî hayatı yaşamak olacaktır. Yaşlandıkça, ömrün sonlarına doğru daha fazla tevbe, zikir, tesbih, ibadet, hayr ve hasenât yapılması tavsiyeleri de aslında giderek gücünü arttıran bir dînî diriliğin gereğini vurgulamaktır.

Hadisimizi gerek dua olarak okumakta gerekse onun zihinlerimize ve hayatımıza kazandırmak istediği dinî diriliği elde etmeye çalışmakta büyük bir hayr vardır. Özlemlerimiz ve dualarımız keşke hep böylesi mevsimler ve Ramazan gibi günler için olsa...

Çetinoğlu: Hocam; ‘Kulluk’ kelimesine sık sık vurgu yapıyorsunuz. Bu kavramdan ve özünden söz eder misiniz?

Çakan: Enes radıyallahu anh'den rivâyet edildiğine göre Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Duâ kulluğun özüdür.’ ([5])

Bizi sadece kendisine kulluk yapmamız için yaratmış olan ([6]) Yüce Al­lah, bu temel görevin bilgi ve uygulama şekillerini de peygamberleri aracılığı ile insanoğluna öğretmiştir. Bu sebeple peygamberler, iyi birer kul olmakta örnek ve önderlerimizdir.

Örnek kul son resûl Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, inanç ve amel olarak, neyin nasıl kabul ve icra edilece­ğini hem bizzat yaşayarak hem de sözlü açıklamalarıyla göstermiş ve tanıtmıştır.

Çetinoğlu: Duâ hakkında bilgi lütfeder misiniz, Hocam?

Çakan: Dua=ibâdettir. Hadisimizde dua ve niyâzın kulluğun özü olduğuna dikkat çekil­miştir. Sevgili Peygamberimiz, Nu'man b. Beşir radıyallahu anh'ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurmuştur:

Duâ ibadetin tâ kendisidir. İsterseniz "Rabbiniz, "bana dua ediniz, size cevap vereyim" buyurdu. Bana ibadet ( dua) etmekte büyüklük taslayan kimseler aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir.’ ([7]) âyetini okuyunuz.’ ([8])

Görüldüğü gibi âyet-i kerîmede geçen ‘ibadet" kelimesi ‘duâ’ ye­rinde kullanılmıştır. İbâdet emredilmiş olan şeydir. Bu âyette ‘ud'ûnî = bana dua ediniz!’ diye emredilmiş olduğuna göre duâ, tam bir ibâdettir. Peygamber Efendimiz burada bu âyeti delil getirmek suretiyle konuyla ilgili tüm tereddüt ve şüpheleri ortadan kaldırmıştır.

Çetinoğlu: Duânın geri planında neler var?

 Çakan: Duâ, kulun aczini, güçsüzlüğünü, çâresizliğini idrak ve itiraf etmesi demektir. Bu itiraf sözlü olabileceği gibi fiili de olabilir. Zaten ibâdet de tam bir tüzellül ve acz ile Allah Teâlâ'ya boyun eğmek, fiilen kendi güç­süzlüğünü ve Allah'ın eşsiz kudretini kabullenmektir. Böyle olunca da her türlü kulluğun özü, esası, ruhu ve lübbü, dua olmaktadır.

Hadisimizde dua mutlak olarak yani hiç bir kayda tâbî tutulmadan, hiç bir kelime ile vasıflandırılmadan ‘kulluğun özü’ olarak tanımlanmış­tır. Bu, her türlü duanın aynı mâhiyette olduğunu gösterir. Namaz duası, hâcet duası ve yağmur duası gibi belli nitelendirmeler neticeye asla tesir etmez. Hepsi de ‘ibâdetin özü’ olmak bakımından aynıdır.

Bu hadisten ‘hac arefedir (yani haccın asıl rüknü Arefe günü Arafatta vakfe yapmaktır)’ ([9]) hadisinde olduğu gibi, ‘kulluğun asıl ve en büyük kısmı duadır’ anlamı da çıkarılabilir. Ya da kabul edilsin-edilmesin dua ibâdettir. Çünkü kul, dua etmekle aczini ve Allah'ın, her ihtiyacını karşı­lamaya kâdir olduğunu itiraf etmiş olmaktadır. Bu sebeple dua, asla ibâ­detten başka bir mânaya çekilemez. Kulluk, dua'da ifâdesini bulur.

Doğrudan ‘ibâdet’ olarak emredilenlerin yanında, ibâdet niyetiyle yapılmaları halinde, mübah olan hemen her iş ve davranışın âdet ol­maktan çıkıp bir nevi ibâdet hükmünü alacağı bilinmektedir.

Çetinoğlu: O halde duânın dinimizde çok önemli bir yeri var…

Çakan: Dinî konularda yeterince bilgi ve bilinç sahibi olmayan bazı kişilerin, şu veya bu vesileyle gündeme gelen dua etme isteği ve düşüncelerini küçümsedikleri görülebilmektedir. İnsanoğlunun yaşadığı çağ ve ülke ve de elde ettiği teknik gelişme ve imkânlar onu temeldeki acz ve zaafla­rından uzaklaştıramaz. Kimileri, geçmiştekilere göre daha gelişmiş im­kânlara sahip olmayı, duadan müstağni hale gelmekle yorumlamaya kalkıyor. Özellikle de dua ile bir tabiat olayı olarak baktıkları ‘yağmur’ arasında ilgi kuramıyorlar. Hele bazı üst düzey yetkili ve sorumluların dua'dan söz etmesini, ‘hoş ve boş’ bir laf olarak değerlendirenlere bile rastlanıyor. Bize öyle gelmektedir ki bu talihsiz anlayış, en azından bazı noktalarda kulluk çerçevesinin aşıldığı yanılgısına dayanmaktadır. Oysa hiç bir gelişme ve imkân bizi kulluktan uzaklaştırıcı bir niteliğe ve içeriğe sahip değildir. Gelişen veya daha doğrusu değişen imkânlar bizim daha fazla ve daha kaliteli kulluk yapmamızı gerektirir. Zira dua zamanlar üs­tüdür. Zira her nimete bir şükür her zaman gereklidir.  
                                  
Çetinoğlu: Duâ ile rahmet arasındaki ilişkiden söz eder misiniz?

Çakan: Yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de duâ ile yağmur arasında tâ Hz. Nuh'tan itibâren bir ilgi kurulduğu görülmektedir. ‘Rabbinizden bağış­lanma dileyin -ki O, çok yarlığayıcıdır- üzerinize gökten bol bol yağmur indir­sin. Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsân etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.’ ([10])

Aynı şekilde Hûd aleyhisselâm da ‘Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin. Sonra Allah'a tevbe edin ki size gökten bol bol yağmur yağdırsın ve kuvvetinize kuvvet katsın.’ ([11]) çağrısında bulunmuştur.

Dua kâideten tevbe ve istiğfar ile başlar. Yağmur ve bereket ile dua (kulluk) arasında tam bir sebep-sonuç ilişkisi bulunmaktadır. Bu iki âyet bu ilişkinin varlığını açıkça ortaya koymaktadır.

Öte yandan Hz. İbrahim'in, eşi Hacer ile oğlu İsmail'i bırakıp ayrılır­ken Mekke için yaptığı dua, gelişme ve bereket ile dua ilişkisine tam bir açıklık kazandırmaktadır: ‘Ey Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için, senin kutsal evinin yanında, ziraata elverişsiz bir vâdiye yer­leştirdim. Rabbimiz! İnsanların gönüllerini onlara meylettir, şükretmeleri için onları meyvelerle rızıklandır.’ ([12])

Sevgili Peygamberimiz'in Medine ortamının ıslahı ve yağmur için dua ettiği tarihî bir gerçektir. Yani yağmur duası sünnettir. Bu sebeple yağmur duasına karşı çıkanlar bu âyetlere ve Hz. Peygamber'in sünne­tine karşı çıkmış olmaktadırlar. Bu ise, Müslümanlara göre en azından haddini bilmezlik ve kulluk çizgisinden ayrılmaktır.

Ayrıca Allah Teâlâ ‘O şehirler halkı iman etseler ve (günahtan) sakınsa­lardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık.’ ([13]) buyurmakta, iman ve takvânın bereket vesilesi olduğunu açıklamaktadır.

Bir başka âyette de ‘Kim Allah'a karşı saygılı olursa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir ve onu beklemediği yerden rızıklandırır.’ ([14]) buyurmaktadır.

Rızkı, bereketi ve rahmeti ekonomi biliminin ve teknolojinin maddî ve dar sınırları içinde görmekten öte hiç bir derinliği ve teslimiyeti olma­yanların, bu âyetler karşısında ne kadar gerilerde kaldıkları anlaşılmak­tadır. Dua, kulu daima kulluk çizgisinde tutar. Ne Firavun gibi tanrılık iddiasına, ne de kendisini dünya çölünde hâmisiz ve klavuzsuz kalmış bir zavallı sanmasına izin verir. Allah dilemedikçe hiç bir şeyin olmaya­cağı, O diledikten sonra da hiç bir engelin kalmayacağı bilinci, güveni ve inancı ile insana ümitli bir kul olarak yaşama iradesi kazandırır.

Çetinoğlu: İnsan ve duâ ilişkisini anlatır mısınız?

Çakan: Allah'a karşı saygılı olmak; haddini bilip aslî görevini ihmal etme­mek, dua ve niyazdan uzak durmamakla isbat edilir.

Ehl-i niyâz olmak, kula en çok yakışan bir haldir. İlim-din tartışma­larına girmeden, teknolojiyi her şey için yeter görme yanlışına düşmeden ‘kulluk’ çizgisinde yolculuğa devam etmek gerekmektedir. Her an ve her şey için daima dua ve niyaz etmek lâzımdır. Çünkü sürekli mutluluk için sürekli kulluk gerekir. İnsanın sorumluluk çerçevesi genişledikçe kulluk şuuru ve yaşayışı o nisbette artmalıdır. Hiç bir gerekçe ile kulluk'tan ve kulluğun özü olan duadan uzak kalmamalıdır.

Çetinoğlu: Hocam, verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim.

Mİ’RÂCİYYE

İslâm edebiyat ve sanatlarında Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sav) Efendimizin Mi’râc olayını konu alan eserlerin genel adı Mi’râciyye’dir.

Mi'rac mûcizesi hemen bütün Müslüman milletlerin medeniyetlerine edebiyat, mûsiki, minyatür, hat ve kitap sanatları bakımından kuvvetle yansımıştır.

Türk edebiyatında da Mi’râc mûcizesi çokça işlenmiştir. İlk defa bir motif olarak Satuk Buğra Han Destanı’nda görülür. Çağataylarda 12. yüzyılda Hakîm Ata tarafından yazıldığı kabul edilen 122 beyitlik Mi'râcnâme-tü'1-Hazret türün ilk müstakil örneğidir. Mîr Haydar'ın Mi'racnâmesi Anadolu dışında yazılmış bir diğer örnektir.

Anadolu’da ilk müstakil Mi'râciyye 15. yüzyılın başında Ahmedî tarafından yazılmıştır. ‘Tahkik-i Mi'râc-ı Resul’ başlıklı 497 beyitlik eser, şairin divanındaki kısa Mi'râciyyelerden farklı olduğu gibi İskendernâme'sindeki mevlid bölümünden de ayrıdır. Metin Akar'ın yayımladığı, Abdülvâsi Çelebi'nin 567 beyitlik ‘Mi'râcnâme-i Seyyidü'l-beşer Hazret-i Resûlullah’  ise 1414 yılında kaleme alınmıştır. Aksaraylı Îsâ adlı bir şâir tarafından 15. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen Sema Özdemir'in üzerinde yüksek lisans çalışması yaptığı 341 beyitlik Mi'râcnâme'de; Mi'rac’dan ziyâde Mi'rac’da farz kılınan namaz, ayrıca kabir soruları, oruç, zekât ve hac hakkında malûmat verilmiştir. Aynı zaman dilimine ait olduğu tahmin edilen müellifi meçhul ikinci eser, nüshalarına göre beyit sayısı 468-678 arasında değişen bir mesnevi olup İbn Abbas rivâyetine dayalı bilgiler üzerine kurulmuştur. Bunları, Ârif adlı bir şair tarafından1437’de kaleme alınan 1745 beyitlik ‘Mi'râ-cü'n-nebî’ takip eder. 15. yüzyıla tarihlenen bir diğer mi'râciyye sâde bir dille yazılan İbrahim Bey'e ait 275 beyitlik mesnevidir.

Zaman içinde belirgin özellikler kazanan Mi'racnâmeler 15. yüzyıldan itibaren daha fazla rağbet bulmuş, manzum, mensur yahut çoğu manzum karma metinler hâlinde gelişimini sürdürmüştür. Dinî-tasavvufî manzum eserlerin içinde Mi'râc hâdisesine bir bölüm ayrılması da yine 15. yüzyılda yaygınlık kazanmıştır. 14. yüzyıla ait Âşık Paşa'nın Garibnâme'sinde, 15. yüzyılda Yazıcıoğlu'nun Muhammediyye'sinde, Amasyalı Münîrî Çelebi'nin Siyer-i Nebi’sinde, Süleyman Çelebi'nin Vesîletü'n-necât'ında, Akşemseddinzâde Hamdullah Hamdi'nin Ahmediyye'sinde, Ârifî Fethullah Çelebi'nin Şehnâme-i Âl-i Osman'ının ‘Enbiyânâme’ adıyla da anılan 1. cildinde, Abdurrahman Ubeydî'nin Evsâf ve Mu'cizât-ı Nebî'sinde, Hâkânî Mehmed Bey'in Hilye'sinde Mi'râc hâdisesine temas edilmiştir. Din dışı örnekler arasında Ahmedî'nin Cemşid ü Hurşîd'i, Fuzûlî'nin Leylâ vü Mecnûnu ile Ali Şîr Nevâî'nin Hamse'sini teşkil eden mesnevilerdeki Mi'râc fasılları tanınmış örneklerdendir.

16. yüzyıldan itibaren divanların içinde Mi'râciyyelerin artmaya başladığı, 17. ve 18. yüzyıllarda ise hemen her şairin divanında bir veya birkaç Mi'râciyye’nin yer aldığı görülmektedir. Bunların en eski örneği Lâmiî Çelebi'ye aittir. Ganîzâde Mehmed Nâdiri ise türün meşhur Mi'râciyyesinin şairidir. Nev'îzâde Atâî, Nâilî-i Kadîm, Neşâtî, Sabit, Nazîm, Salim Mehmed Emin Efendi, Ali Nutkî Dede, İzzet Molla, Lebîb ve Âdile Sultan bu konuda manzumeleri olan şairlerden bazılarıdır.

İsmail Hakkı Bursevî'nin 478 beyit olan Mi'râciyye’si tasavvufî bir muhtevaya sâhiptir. Nâ-yî Osman Dede'nin Mi'râc kandillerinde okunmak üzere yazıp bestelediği Mi'râcü'n-nebî aleyhisselâm adlı tevşîhleri hariç 102 beyitlik eseri türün en tanınmış örneğidir. Nahîfî'nin Mi'-râcü'n-nebî isimli 1157 beyitlik mesnevisinde, ilgili âyetler ve sahih hadisler başta olmak üzere diğer rivayetler ve ulemânın Mi'râca dair görüşleri değerlendirilmiştir. Şair ve hattat Ârif Süleyman Bey'in yanlışlıkla Reîsülküttâb Ârif Efendi'nin divanında da basılan  Mi’râciyyesi, 18. yüzyılın başarılı örneklerindendir. Vak'anüvis Hâkim Mehmed Efendi'nin 432 beyitlik Mi'râciyye’si müstezad şeklinde kaleme alındığı bilinen tek örnektir. Mecîdî de Mi'râciyye-i Risâlet-penâh aleyhisselâm adını taşıyan 289 beyitlik mesnevisinde konuyu tasavvufî açıdan ve oldukça lirik bir üslûpta yorumlamıştır. Yenişehir Fenerli Hafız Ömer, 1790’da kaleme aldığı 318 beyitlik Mi'râciyye’sinde Hz. Peygamber'in Allah ile mülakatı üzerinde durmuş, zühd, takva ve namaz gibi konuları işleyerek âdeta bir nasihatnâme meydana getirmiştir.

19. yüzyıl Mevlevî şeyhlerinden Kilisli Aşkî Mustafa Efendi'nin Bahçe-i Letâif ve Lehçe-i Maârif adlı külliyatındaki 189 beyitlik Mi'râcnâme’si, türün nisbeten kısa örneklerindendir. Süleyman Nazif'in babası Said Paşa'ya ait 119 beyitlik manzumesi, devrin din aleyhtarlarının peygamberliği, mucizeleri ve Mi'râcı inkârları karşısında Mi'râc mucizesini ispat amacıyla yazılmıştır. Son devirde Mehmed Bahâeddin ile Mehmed Lütfi de Hülâsatü'l-beyân içinde Mi'râciyye yazmıştır. Enver Tuncalp, Ali Genceli, Necip Fâzıl Kısakürek ve Mustafa Âsım Köksal, Mi'râc konulu yeni tarz şiirler kaleme alan şairlerin başlıcalarıdır.

(MUSTAFA UZUN: Türkiye Diyânet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 30, Sayfa: 135’’teki ansiklopedi maddesinden yararlanılmıştır.)

Prof. Dr. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

1945 yılında Samsun’un Ladik ilçesine bağlı Küçükkızoğlu köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra hafızlığını ikmal etti. 1966’da Kayseri İmam Hatip Lisesi’ni, 1970’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi.

1977’ye kadar Diyanet İşleri Başkanlığı merkez ve taşra teşkilatında çalıştı. Ankara-Yenimahalle Vaizi iken İstanbul’da açılan Haseki Eğitim Merkezi’ne kursiyer olarak katıldı. Kursun bitimine altı ay kala 5 Aralık 1977’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne hadis asistanı olarak göreve başladı. 1982 yılında Erzurum İslamî Bilimler Fakültesi’ne sunduğu ‘Muhtelifu’l-Hâdis İlmi: Doğuşu, Muhtevası ve Çözüm Yolları’ adlı teziyle doktor oldu. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde kısa bir süre kültürel işlere bakan Müdür yardımcılığı görevini yürüttü. 1987’de doçentliğe, 1993’te de profesörlüğe yükseltildi. 1994-1997 öğretim yıllarında Marmara Üniversitesi İlahiyat Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. Çakan, hâlen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Ana Bilim Dalı öğretim üyesi olarak görevine devam etmektedir. Üçü erkek biri kız dört çocuğu vardır.

Çakan, İmam-Hatip Okulu’ndaki öğrencilik yıllarından beri mahalli ve ulusal gazete ve dergilerde yazılar yazdı ve yöneticilik yaptı. Özellikle Kayseri Hâkimiyet Gazetesi, Yeni İstiklal, Sebil ve Yeni Sabah Gazeteleri, Diyanet Gazete ve Dergisi,  İslâm, Toprak, Tohum, İslâm Medeniyeti, Hakses, Nesil, Din Eğitimi, Altınoluk, Bilim ve Hikmet, Yeni Ümit ve M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi gibi dergilerde çok sayıda yazıları yayımlandı. İslâm ve Tohum dergilerinin açtığı makale yarışmalarında birincilik kazandı.

Çakan, ayrıca Yüksek İslâm Enstitüsü’nde öğrenci iken Türkiye Yüksek İslâm Enstitüleri Federasyonu’nda sekreterlik görevinde bulundu ve İslâm Medeniyeti Dergisi’nin idare ve yayın müdürlüğünü yaptı. 1974-1975 yıllarında Türkiye Din Görevlileri Federasyonunda yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Hakses Dergisi’nin Yayın müdürlüğünü yaptı.

İsmail Lütfi Çakan, İSAV adına ‘İslam’da Kılık-Kıyafet ve Örtünme’, ‘Hz. Peygamber ve Aile Hayatı, ‘Sünnetin Dindeki Yeri’, ‘Yeni ve Çağdaş Bir Tebliğ Metodolojisi’’ gibi tartışmalı ilmî toplantıların organizatörlüğünü ve bu toplantıların kitaplaşmasında editörlük yaptı. ‘Gençliğin Kaleminden Üç Cephesiyle Âkif’ ve ‘Hadislerle Ahlâkî Davranışlar’ adlı anonim eserlerde belli bölümleri yazdı. Sünen-i Ebû Davud Tercüme ve Şerhi’ne mukaddime yazdı ve eserin ilk sekiz cildinin redaksiyonunu yaptı. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin kuruluş çalışmalarına katıldı ve ansiklopedinin ilk on cildine yetmiş kadar madde yazdı. İslâm Medeniyeti ve Ensar vakıflarının kurucuları arasında yer aldı.

Yurt içinde düzenlenen birçok sempozyuma tebliğci ve müzakereci olarak iştirak etti. Son üç yıldır İstanbul-Göztepe Gözcü Baba Camii’nde Pazar günleri öğle namazından önce Mişkâtü’l-Mesâbih’ten Hadis dersleri yapmaktadır. Bu dersler Dost Tv. tarafından yayımlanmaktadır.

Yayınlanmış Eserleri:

Çakan’ın, bir çoğu bir çok kez basılmış olan eserlerini basım yer ve tarihlerinden arındırılmış olarak ismen şöylece sıralayabiliriz:

Hakkı Tavsiye Metod ve Vasıtaları, Dinî Hitabet, Kur'an’ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi (M. Solmaz ile birlikte), Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, (Doktora tezi) Anahatlarıyla Hadis, Hadis Usulü, Hadis Edebiyatı, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, Hadislerle Gerçekler, Müslüman Kimliği, Müslümanca Yaşamak, Sırat-ı Müstakim ve Yolcuları, Riyâzü’s-salihin Tercüme ve Şerhi (8 cilt, M. Yaşar Kandemir ve Raşit Küçük’le birlikte), Ashâbının Dilinden Peygamberimiz, Hurafeler ve Bâtıl İnanışlar, Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İyi Müslüman, Örnek Kul Son Resul, Sahâbe Kıvamı, Sıra Bizde, Onlar Böyleydi (piyes), Gizli Armağan (Çocuk kitabı), Hadis Öğrenimi,-Tarihî ve Güncel Boyut), Hadis Nasıl Okunur/Okutulur? Âkifçe, Seçme Hadisler (33 Hadis 33 Yorum), İslâmî Yapılanmada Siret ve Sünnet

Hocanın, bir çoğu sonradan yayımlanmış sempozyum bildirileri ve çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.

 

(1)  Heysemi. Mecmeu z-zevâid. III. 140 (Taberânî ve Bezzârdan naklen); Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs, l. 485: Münâvi, Feyzu'l-kadîr, V.131.

([2])         Tirmizi, Zühd, 21. 22: Darîmî, Rikak 30: Ahmed b. Hanbel. Müsned, V .10.43 47.48.50.267. Yorumu için bk. Bu kitap “En Kârlı Müslüman” başlıklı yazı.

([3])         Ahmed b. Hanbel, Müsned, l 259

([4])         Bk  Sâ’âtî, Fethu'r-rabbânî. lX,231

([5]) Tirmizi, Deavât 1

([6])        Bk. ez-Zâriyât (51),56

([7])        el-Mü'min (40),60

([8]) Tirmizî, Deavât 1

([9]) Tirmizî, Tefsîru sûre (2), 22

([10]) Nuh (71),10-12

([11]) Hud (11),52

12 Bk. İbrahim(14), 37.

[13]          el'A'raf (7), 96

[14]         Talak (65), 2,3