Yazımızın başlığı, "Müslüman Kimdir?" şeklindeydi. Bu sorunun cevâbını elbette en doğru olarak dinin tebliğcisi verebilir. İşte Allah'ın Resûlü, başta meâlini vermiş bulunduğumuz hadisleri ile bu cevabı vermiştir:
Konumuz din olduğuna göre, şimdi bu kaideyi cemiyet-din münâsebetine tatbik edelim. Önce dinin ne olduğunu kısaca bilmemiz lâzım: Din, Allah tarafından insanlara gönderilen "İlâhi esaslar manzumesidir" Gâyesi, insanlığa huzûr, sükûn, saâdet ve selâmet yollarını açmaktır.
Bugün hâlâ insanımızın birçoğu çalışmadan, yorulmadan, terlemeden ve herhangi bir zahmete katlanmadan para kazanmanın yollarını aramanın peşindedir. Bütün enerjisini, zekâ gücünü, kabiliyet ve istidâtını bu istikametde harcamaktadır. Artık onun için, hak-hukuk, helâl kazanç, el emeği, alınteri, göz nûru, gibi mefhumlar ortadan kalkmıştır.
Neden Helva Yapamıyoruz? Hep düşünürüm. Türk Milleti olarak: — Elimizde Kur'ân gibi ilâhi ve muhteşem bir kitap vardır. — Hemen hemen yeryüzünde bir ikinci millete nasip olmayan şanlarla ve devlet tecrübeleriyle dolu uzun bir târihe sâhibiz.
Türk milletinin manevi-ruhi güç-kuvvet kaynakları pek çoktur. Yüzyıllar boyu nesilden nesile devam eden milli mefkure (ülkü-ideâl)lerimiz, bu manevî kuvvet kaynaklarımızın başta gelenlerindendir. Öyle ki, bu mefkurelerden aldığı manevi güç ve kuvvet sâyesinde nesiller, hem kendisinde ayakta kalabilme kudretini hissetmiş, hem de yeni yeni hamleler yapabilmiştir.
Fatih, İstanbul'un fethinden hemen sonra, kır atının üzerinde Ayasofya'ya doğru ile ilerlemektedir. Bu sırada, yolun iki yanına dizilmiş ve kendisini karşılayan din ulularından biri şöyle der:
Bir gün, Semerkand'ın büyük âlimlerinden Ebu Hafs'a bir adam gelir ve: - Oğlum beni dövdü, incitti. der. Bir oğulun babasını dövmesine hayret eden ve bunu havsalasına sığdıramayan Ebu Hafs, acaba yanlış mı anladım diyerek sorar:
Günümüzde müslüman anaların - babaların çoğu, çocuklarının dini - millî- ahlâkî eğitim ve terbiyeleri ile hiç alâkalanmamakta, onlan kendi hallerine salıvermektedirler. Bir kısım şaşkın analar - babalar da, küçük yaşlarda hiç alâkalanmadıkları çocukları delikanlılık çağına girdiği zaman hoşlarına gitmeyen hereketler yapınca dövünmeğe, ileri - geri konuşmağa ve yeni nesillerin ahlâksızlığından ve bozukluğundan dem vurmağa başlamaktadır.
Sahabiler soruyor: - Yâ Resullelah, kendimizi Cehennem ateşinden korumamız kolaydır. Zirâ Allah'ın Kur'ân'da bizler için çizmiş olduğu hayât çizgisinde özrümüzü tüketmekle bu sağlanmış olur. Ya âile efradımızı nasıl koruyalım?
(ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM) a) - Allah, insanoğlunu yaratmış ve onu yeryüzünde kendisine halife tâyin etmiştir. b) - İnsanoğluna, yeryüzünde ve kâinatın diğer bazı kısımlarında neler olduğunu görmesini emretmiştir.
Çocuklarınıza savaş aletlerinin kullanılmasını öğretin!" şeklindeki sözlerine bakıyor. Bir de bugünkü müslümanların bu husustaki durumlarına bakıyor. Neticede, bu insanların gerçekten müslüman olup-olmadıkları hususunda adeta şüpheye düşüyor. Öyle ya, söz de Kur'ân'a inanan ve Allah'ın Resulüne bağlanan bu insanlar bugün bu durumlarda mı olmalılardı? Onların, Kuran'ın ve peygamberin çağrısına uyarak zamanın en üstün silahlarına sahip olmaları ve bunları bizzat imâl etmeleri ve hazırlamaları gerekmez miydi? Hani asrın harp sanayii? Heyhat ki, binbir musibetten sonra, çoğu İslâm devletlerinin başındaki idareciler hâlâ harp sanayiinin kurulması yolunda bir hareket yok.
Çünkü günlük hayâtta ve bir ömür boyu gördüğümüz kötülükler, uğradığımız zarar ve ziyanlar bize hep birbirimizden gelmektedir. Eğer bizler birer insan olarak hayâtta birbirimize karşı iyilikten başka bir şey yapmazsak artık kötülük nereden gelecek, zararı-ziyanı kimden göreceğiz,. Demek ki bütün mesele dönüp-dolaşıp yine kendi üzerimizde düğümleniyor veya kendi üzerimizde çökülüyor..,
Meselenin adliyeye intikâl edip orada ortaya dökülüp-dökülmemesi mühim değildir. Onun bu hareketi bir adâletsizliktir. İşverenin adaleti, günün şartlarına göre, işçinin emeğini daha alın teri kurumadan kendi isteğiyle vermektir. Ülkedeki işsizliği fırsat bilip karın tokluğuna adam çalıştıran veya çeşitli dalaverelerle işçinin emeğini vermekten kaçınan bir işveren adâletsizlik içindedir.
Allah, "vazifeleri ehline veriniz" buyuruyor. Bunun gereği nedir? Herhalde Kur'ânı açarak veya ezbere zaman zaman dil ile onu okumak, teleffuz etmek değildir. Bilakis, her işe ve her vazifeye ehliyetli, liyâkatli ve salahiyetli kişiler yerleştirmektir. Eğer ortalarda vazifelere veya işlere ehil kişiler yoksa bunların en kısa zamanda yetiştirilmesi gerekir. Tâ ki işler veya vazifeler aksamasın ve nizam - intizam bozulmasın...
Bizim mahallenin bakkalı gâyet dindârdı. Beş vakit namazını kılar. Dükkânında içki satmaz. Harama el sürmez. Kimsenin malında - mülkünde gözü yoktur. Çalıştırdığı işçinin hakkını verir. Darlığı hissedilen herhangi bir malı saklayıp karaborsacılık yapmaz. Komşularıyle gâyet iyi geçinir. Kimseyi incitmez. Mahallede hiçbir kimse ondan kötülük gördüğünü söylemez. Bilâkis herkes onun iyiliğinden, iyilikseverliğinden bahseder. Hâsılı hâlis bir müslümandır.
- Meselâ iki kişiden biri senelerdir bizzât ve fiilen araba kullanmakta olsun. Fakat ehliyetnâmesi bulunmasın. Diğeri de imtihana girerek herhangi bir sürede bir araba ehliyetnâmesi almış olsun. Şimdi bunlardan hangisi araba kullanmağa ehildir? Yâni hangisi ehliyet sâhibidir? Şüphesizki senelerdir bizzât ve fiilen araba kullanmış olan şahıs ehildir, ehliyet sahibidir.
2- Hakka da'vet edecek kadar bilgili olmalı ve bunun âdâb ve erkânınım bilmeli ve bu âdap ve erkân dâhilinde da'vet işini yapmalıdır. Bir söz vardır. "Yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden" der. Yarım-yamalak bilgilerle hakka da'vet işini yapmağa kalkışmak veya bu da'veti usul ve adâbına uygun olarak yapmamak, çok kere fayda yerine zarar getirebilir. Nitekim gerek Kur'ân ve gerekse hadisler bizi bu hususta da uyarmaktadır:
1- Kur'ân tamâmen dirilere hıtâb ettiği halde, birkısım müslüman topluluklar onu tamâmen ölüler kitabı olarak değerlendirmekte ve tatbikatı sâdece bu istikamette yapmaktadır. Siz, beden sağlığı için yazılmış fevkal'âde bir sağlık kitabı düşününüz. Beden sağlığı için bu kitapta yazılanlardan kimler istifâde edecektir veya etmelidir?
Şimdi bu durumda yapacağınız doğru ve faydalı hareket nedir. Günlük yiyecekleriniz arasına acılı, ekşili, kızartmalı,... yemekleri sokmamak; daha ziyâde süt bal,., gibi yiyecekler yemek değil mi? Ama siz böyle yapmıyorsunuz. Sağlık kitabında yukarıdaki cümleleri okuduğunuz ve kendiniz de ülserden muztarip bulunduğunuz halde, sofra başına oturduğunuzda, gelsin kızartmalar, gelsin acılı - ekşili yemekler" diyorsunuz. Sâdece böyle hareket etmekle kalmıyorsunuz. Üstelik bir de, sağlık kitabındaki o cümleleri dilinizle okuduğunuz için râhatsızlığınızın iyileşeceğini sanıyorsunuz. Günler, aylar, yıllar, böyle geçiyor. Siz de bu yanlış hatâlı hareketinize devam edip gidiyorsunuz.
Bizim ifâde etmek istediğimiz husus, hiçbir münâsebet ve alâkası yokken, Kur'ân'ın, sâdece ölülerin ruhuna okunmak için gelmiş gibi bir anlayış ve tatbikat içint düşünülmesi hususudur. Kur'ân, ölülere değil dirilere geldiğine ve ölülere değil dirilere hitâb ettiğine göre bu dirilerin onu ölülere tahsis etmelerindeki mânâsızlığı anlamak güç bir şey olmasa gerektir. Ölmüş kişilerin ölümden sonra faydalanabilecekleri şey artık Kur'ân değil, hayâttakilerin duâsıdır. Nasıl ki ölmüş bir beden artık besinlerden, ilâçlardan,... faydalanamazsa aynen bunun gibi, bedenden ayrılmış ve bu dünyâ hayâtını terketmiş bir ruh da Kur'ân'dan faydalanamaz.