12 Eylül darbesine yol açan ortamı hazırlayan siyasal, sosyal ve ideolojik faktörleri dikkate almadan yapılacak değerlendirmeler eksik veya yanlış kalır. Çünkü bu ortam aniden ortaya çıkmadı; 27 Mayıs öncesinde çoğu aydının, basının, askerin ve gencin iktidar karşıtlığının ideolojik bir tarafı pek yoktu; tartışmalar siyaset ve partiler üzerinde oluyordu. Fakat 1961 Anayasası’nın fikir ve düşünce özgürlüklerinin alanını genişletmesi, ideolojik nitelikli örgütlenmelerin önünü açması sonucunda tablo hızla değişti.
Türkiye normalin üzerinde sıcak geçen yaz aylarını bitirerek Eylül’e yani sonbahara merhaba dedi. Yazın son iki ayında yargı mensuplarına, öğretmenlere ve milletvekillerine tanınan tatil imkânından dolayı “dinlence” ye geçen kamu kurum ve kuruluşlarının çarkları Eylül’ün başlamasıyla birlikte yeniden dönmeye başlıyor; okullar açılıyor, adliyenin ardından 1 Ekim’de Meclis de çalışmaya başlıyor.
1922 yılının Ağustos ayının son haftasına girilirken Meclis’te tansiyon yüksekti; siyasi belirsizlik sebebiyle herkes tedirgindi. Bir yıl önce tarihimizin en bunalımlı günlerini yaşamıştık. Ağır bir felaketle yüz yüze kaldığımız bu dönemde Mustafa Kemal Paşa BMM’nin tüm yetkilerini Meclis’in kararıyla geçici bir süre üzerine alarak Başkomutan olmuş, yönetimi eline almıştı.
Yahya Kemal, tarihi, kültürel ve insani özellikleriyle anlattığı Kocamustafa Paşa şiirinde şöyle diyor:
Magna Carta’nın adını lisede tarih dersinde duymuştuk, şimdi okullarda adı geçiyor mu bilmiyorum. Hukuk fakültesinde demokrasinin yönetim sistemi olarak gelişmesinde ne kadar önemli bir merhale olduğunu öğrendik.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının, üniter ve milli bir devlet olduğunun uluslararası alanda hukuken tanınması anlamını taşıyan Lozan Antlaşması milletimiz açısından tarihi bir dönüm noktasıdır. Geleneksel Haçlı zihniyetini taşıyan emperyalist güçler, Türklerin varlığını Rumeli’den sonra Anadolu’dan tasfiye etmekte kararlıydılar; topraklarımızı Rumlar ve Ermeniler arasında paylaştırmak maksadıyla Sevr projesini hazırlamış, bunu uygulatmak maksadıyla taşeronları Yunanistan’ı üzerimize saldırtmışlardı. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde yürütülen Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanması karşısında geri adım atmaya mecbur kaldılar. Mudanya Mütarekesi’nin ardından taraflar Lozan’da barış konferansının toplanmasını kararlaştırdılar.
ÖTÜKEN Yayınevi yaz dönemine değişik konularda son derece önemli bir düzineye yakın kitap ve düzenli olarak yayımladığı iki dergi, Milli Mecmua ve Söğüt ile merhaba dedi. Kâğıt ve diğer basım ücretlerinin sürekli tırmandığı günümüz şartlarında bu eserleri çıkarabilmek gerçekten övgüye değer önemli bir kültür hizmetidir.
İsveç’in NATO üyeliği Litvanya’nın Başkenti Vilnius’ta yapılan zirvenin en önemli gündem konusuydu. Toplantıdan hemen önce NATO Genel Sekreteri Stoltenberg ile Cumhurbaşkanı Erdoğan ve İsveç Başbakanı Kristerson’un yaptıkları toplantıda kriz çözüldü; Türkiye’nin yeşil ışık yakması başta ABD ve Başkan Biden olmak üzere üyesi Batı’lı ülkeleri sevindirdi ve rahatlattı. Çünkü Atlantik ittifakının Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı yürütmekte olduğu “düşük yoğunluklu savaş” sürecinde İsveç’in üyeliği jeopolitik konumu sebebiyle büyük önem taşıyor.
3 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde, ikisi otel personelinden 35 vatandaşımızın hayatını kaybettiği facianın yıldönümü vesilesiyle bazı gazete ve TV ekranlarında olayla ilgili yorumlar yapılıyor, mağdurların alevi/solcu olmalarından dolayı ciddi bir soruşturma yürütülmediği öne sürülerek suçlamalar yöneltiliyor.
Geçen ay Ötüken yayınları arasında çıkan Münim Mustafa’nın “ Kanlı Süngüler-Kafkas Cephesi Hatıratı” isimli kitabını duygulanarak okudum. 1912 ‘de Balkan Savaşı yahut “faciasıyla” başlayan, 9 Eylül 1922’de emperyalistlerin taşeronu Yunan askerlerinin denize dökülmesiyle zaferle sonuçlanan ve on yıl kesintisiz devam eden Milli Mücadelemizle ilgili bu savaş döneminin etraflı şekilde anlatıldığı çok sayıda eser yayınlandı, hatırat anlatıldı.
Seçimler tamamlandı, Türkiye gündeminde bulunan ancak siyasi tartışmalarda üzerlerinde yeteri derecede durulmadığından toplumun büyük kesiminin fazlaca ilgilenmediği temel sorunlarımızla artık yüzleşme dönemi başladı. Siyasetçi ne derse desin reel şartlar hükmünü icra ediyor. Dış politikada iki yıl kadar önce yapılan “U" dönüşünün benzeri ekonomik konularda da yapılmaya çalışılıyor.
Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’nde üç kritik göreve Hazine ve Maliye Bakanlığı’na Mehmet Şimşek’in, İçişlerine Ali Yerlikaya’nın, Dışişlerine Hakan Fidan’ın getirilmeleri, Cevdet Yılmaz’ın Cumhurbaşkanı Yardımcısı olması kamuoyunda genellikle olumlu karşılandı. Bu tercihler dış siyasette güneyimizdeki komşularımızla ilişkilerimizde son iki yıldır yaşanan “U” dönüşünün devam edeceği, benzerinin ekonomik ve idari konularda da tekrarlanacağı tarzında yorumlandı.
14/28 Mayıs’ta yapılan seçimlerin sonuçları ülkemizde çeşitli açılardan üzerinde düşünülmesi gereken siyasi ve sosyolojik bir harita oluşturdu. Adana’dan başlayan Çanakkale ve Trakya’ya, oradan İstanbul’a uzanan sahil vilayetlerinin Millet İttifakını tercih etmesine karşılık iç Ege, Eskişehir ve Ankara dışında tüm iç Anadolu ve Karadeniz’de Cumhur İttifakı üstünlük sağladı.
28 Mayıs’ta halkımız sadece cumhurbaşkanını seçmeyecek, yürürlükteki yönetim sisteminin devam edip etmeyeceğine karar verecek. Yürütmenin bütün yetkilerinin, bakanların, yardımcılarının, valilerin, rektörlerin, genel müdürlerin, TCMB, BDDK gibi başlıca kamu kurumlarının başkan ve yöneticilerinin yanı sıra AYM, HSK, Danıştay ve Yargıtay üyelerinin atamalarının, görevden alınmalarının tek kişinin kararına, iradesine bağlı olduğu, yasama organının yetkilerinin son derece sınırlı tutulduğu sistem siyasi literatürde ve akademik çevrelerde “otokrasi” olarak adlandırılıyor.
14 Mayıs’ta yapılan seçimlerde TBMM’de görev yapacak 600 vekil belirlendi; cumhurbaşkanlığı ikinci tura kaldı. 28 Mayıs’ta seçmen Erdoğan ile Kılıçdaroğlu arasında tercih yapacak. Erdoğan seçilirse Meclis’te çoğunluğu Cumhur İttifakı kazandığından onun ve AK Parti’nin 21 yıllık iktidar dönemi beş yıl daha aynı siyasi doğrultuda, aynı görüş ve esaslar üzerinden devam edecek. Böylece halkımız sadece cumhurbaşkanlığı konusunda değil, 2018’den beri yürürlükte olan yetkilerin büyük ölçüde yürütme erkinin yani cumhurbaşkanının elinde olduğu, “kuvvetler birliği” ne dayalı şimdiki sistemin devamı hususunda da bir tercih yapacak. Başka bir ifadeyle 28 Mayıs’ta seçimin yanı sıra bir de referandum yapılmış olacak.
Birkaç gün önce bazı gazetelerde Kemal Derviş’in vefat haberini okuyunca bir anda zihnimde iki binli yılların başında yaşadığımız karanlık tablo canlandı. Bülent Ecevit’in başkanlığında kurulan 59. Hükûmet önceki dönemlerden devraldığı ekonomik ve finansal sorunlara çözüm ararken, 17 Ağustos depreminin etkisiyle sıkıntılar daha da artmıştı.
Örnek Bir Hukukçu Abdüllatif Suphi Paşa - Türk Ocakları’nın Ebedi Genel Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’in Babası.
Bir ülkenin “nasıl” yönetileceğini gösteren demokrasilerin omurgası yani vazgeçilmez unsuru düzenli şekilde yapılan, yasama ve dolayısıyla yürütme organlarında görev alanların seçmenlerin tercihiyle belirlendiği seçimlerdir. Seçimlerin hukuk kurallarına, anayasa ve yasalarda belirtilen hükümlere bağlı olarak serbestçe yapılması, katılan partiler ve adaylar arasındaki yarışın hukuk devletinin “olmazsa olmaz” ı anlamına gelen “bağımsız ve tarafsız” yargının gözetiminde eşit şartlarda yürütülmesi demokrasilerin kalite göstergesidir.
Adalet, hak ve hukuka uymak, doğruluktan ayrılmamak, insanlar arasında hakkı koruyup zulmü ortadan kaldırmak anlamına gelen temel ahlâk ilkesidir. Montaigne “adaletin olmadığı yerde ahlâk da olmaz” derken bu iki kavramın sebep-sonuç ilişkisini işaret eder. Çok eski çağlardan beri bunlar insanlığın ortak değeri olarak kabul görmüştür. Hadis-i Şerif’te “Bir saatlik adalet bin yıllık nafile ibadetin” yerini tutacağı belirtilir.
Özellikle 1991 seçimlerinden bu yana iktidarların seçim dönemlerinde kazanabilmek amacıyla “seçim ekonomisi” denilen popülist uygulamalara yönelmeleri, tutamayacakları vaatler yapmaları, ülkenin mali durumunu, bütçe dengelerini alt üst eden harcamaları, muhalefetin de bunlara ayak uydurmaya çalışması âdet haline geldi. Seçilme ihtimalinin zorluk derecesine göre seçim ekonomisinin çapı büyüyor; oluşan kamusal yüklerin altından seçimden sonra nasıl kalkılacağı düşünülmeden yarışın ne pahasına olursa olsun kazanılmasına çalışılıyor.