Basri Dayım Florya’da Atatürk’ün köşkünde vazifeliydi. Birkaç yazı peş peşe orada geçirmiştik. O yazlar güzel hâtıralarla doludur. Her hafta sonu Florya İstasyonu’nda duran trenden boşalan çoğunu yakın akrabaların teşkil ettiği bir misafir akını eve sığmaz bahçeyi doldururdu.
22 yaşındaki Fâtih’in İstanbul’un fethini müjdeleyen hadisin gerçekleştiricisinin, başarılı kumandanının, dünya saltanatı için, yâni nefsi için, böyle bir zaferin sâhibi olmayı istediğini düşünenler de olabilir. Bu yaşta bir delikanlının, bütün ruhî olgunluğuna rağmen bir dereceye kadar hak ettiği bir gurur duyması suç ve leke değildir.
Ta Kureyş’e o bin dört yüz sene önce bir avuç Müslümanın çölün kızgın kumları kadar yakıcı ve kavurucu küfürle çevrilerek susturulmak istendiği mekâna uzanalım.
Avrupa futbol turnuvasında milli takımımızın gündeme gelmesi dolayısıyla bu yazımı tekrar sizlerle paylaşmak istedim aziz okuyucularım.
Beş asır önce Osmanlı’nın Anadolu’daki toprakları ile Rumeli’deki toprakları arasında bir fesat yuvası gibi, bir cadı kazanı gibi kaynayan Bizans’ı, Türk ve Müslüman İstanbul yapan Fâtih aynı zamanda mânânın da zaferini ispat ediyordu.
23 Nisan 1920 “Yüksek Meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla milletimizin içte ve dışta tam bağımsızlık içinde yönetilmesi konusundaki durumunu bütün dünyaya ilan ederek Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.”
Hüzün de neşe gibi insanın hep yanındadır. Hayat aslında neşe ve hüzün arasında kolan vurmaktır. “Deliye her gün bayram” misali bütün günleri bayram edenler bile bir gün mutlaka hüzünle tanışırlar.
Aziz okuyucularım, İslâm asık suratlı değildir. Ben fakir ise mübârek Ramazan ayı ile vedalaşmamıza çok az kaldığını hissettiren bu günlerde, sizleri hiç olmazsa biraz tebessüm ettirmek için o neşeli iftarların birkaçından olsun bahsedeyim dedim. Kaynağım ise sağlam…
Günümüzün insanına özellikle gençlerine batılılaşmayı, yanlışları ve doğrularıyla batılılaşmayı anlatmamız lâzım. Gençlerin yakın tarihimize damgasını vurmuş, günümüze kadar gelen batılılaşma sevdasında düştüğümüz hataları bilmesi şart. Günümüzün genci Batının çok ilerlemiş tekniğinin mahsulü olan pek çok şeyi kullanıyor.
Aziz okuyucularım, kandilinizi rahmetli eşim Ergun Göze’nin çok beğendiğim bir kandil yazısı ile kutlamak istiyorum efendim.
Ben Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’’e ne gökteki ay’ı ikiye ayırdığı ne taşları parçaladığı, ne de ağaçları etrafına topladığı için iman ediyorum. Bütün ümmetine içkiyi haram kıldığı için onun Hak Peygamber olduğuna inanıyorum, onun en büyük mucizesi, Allah’ın emriyle içkiyi haram etmesidir” Beyazıd’ı Bestami Hazretleri
Yeni bir âdet türedi. Bâzı cenâzeler öteki dünyâya alkışlarla yolcu ediliyor. Bildiğimiz kadarıyla alkış yaşayanın yaşayana, hayatta olana iltifatıdır. Alkış bir dünya takdiridir. Sahneye çıkan sanatkâr, kürsüye çıkan politikacı ve hatip hep alkış bekler. Bir tiyatronun, bir konserin son sahnesi alkışlarla kapanır ve alkışlarla açılır.
Yıl 1915… Ordumuz Çanakkale’de İngiliz’in nâmert saldırısını püskürtmekle meşgul. Aslan gibi bir nesil, bir yüksek tahsil gençliği, İstanbul’u gözüne kestirmiş, kahpe İngiliz’in karşısında şehit olmayı göze alarak dövüşüyor. Müttefiki, güya dostu, önce benim askerim korunsun diyerek Mehmetçiği öne sürme hesabını taktik edinmiş bir Almanya… Her cepheden kuşatılmış bir vatan toprağı…
Descartes meşhur şüphesiyle başlangıç noktasını koydu. “Düşünüyorum o hâlde varım” diyerek düşünceyi insan varlığının ispatı saydı. Ama nice düşünmeyen vücutların bulunduğu dünyamızda sâdece düşünmek insan varlığının ispatı sayılabilir mi?
Uzun yıllar kaldığı Paris’ den İstanbul’a gittiğinden çok farklı bir Yahya Kemal şahsiyetiyle dönmüştü. Etrafında kısa zamanda büyük bir hayranlar grubu oluşmuştu. Onu Paris dönüşü büyük bir sevgiyle kucaklayan Şefik Esat Paris’ten arkadaşıydı.
1922 Eylül’ü Yahyâ Kemâl “TÂRİH MUSÂHABELERİ” kitabında Mustafa Kemâl’i görme isteğiyle dolu olduğu günlerin arifesindeki durumu bu satırlarla anlatır:
“Bizce büyük adamların kusurları değil, kemalleri ortaya konur. Bundan gafil gibi davrananlara ruh hâletlerinin bozukluğundan dolayı acınır.” Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver
İsrail Devleti’nin nasıl kurulduğunu anlamak bir yerde 1865’te Budapeşte’de doğmuş bir Yahudi olan Theodor Herzl’i tanımaktan geçer. Kendisi Hukuk doktorudur, gazetecidir. Neue Freie Press Gazetesi’nde çalışmakta, Yahudilerin Avrupa’da çok aşağılandığı bir zaman kesitinde yaşamaktadır. Kendisi de bu aşağılanmaların hedefi hâline gelip, çok çirkin hitaplara mâruz kalınca kafasında bir Yahudi devleti kurmak, kendisi dâhil aşağılanan, hakaret gören bütün Yahudileri bir devletin çatısı altında korumaya almak fikri iyice yerleşir. Bu fikir kısa zamanda bir ideal olarak olanca kuvveti ile bütün benliğini istilâ eder, İsrail Devleti’ni kurmak onun için artık tek hedef hâline gelir.
Biz Türk’üz. Ve şu an ki dağınık görünüşümüze bakmayın,” Biz Türkler”, Millet olduğumuzu hissettiğimiz zaman dağ gibi kuvvetli ve mert, orman gibi esrarlı ve içli ve bereketli oluruz. Çünkü Tanrıdağından ve Ötüken Ormanlarından geldik. Arap milliyetçisi ve paragöz kumandanlara teslim olmadık, sadece İslam’a gönlümüzle teslim olduk ve bu sâyede öne geçtik; İslam’ın kaderini yüklendik.